Günlük dilde kenti anlatırken birçok biyolojik metafor kullanırız; örneğin, “arter”, “kalp” ya da bir park için kentin “ciğeri”. Böyle metaforların kullanımı aslında kent düşünüşümüzün altında yatan natüralizmi işaret ediyor. Doğal ve sosyal sistemleri birbirine bağlayan tek bir teoriye olan inanç, kentin getirdiği karışık sorunlara karşı bize yardımcı olabiliyor. Fakat bugün dünya kentleri yeni sorunlarla uğraşırken yenilikçi kent düşüncelerine ihtiyaç duyuyoruz. İklim değişikliğinin neden olduğu yakıcı sıcaklar kentlerin geleceğini tehdit ediyor. Hatta, iklim değişikliği kırsaldaki insanları kente iterek kent nüfusunu artırıyor ve altyapılarına daha fazla yük bindiriyor. Böyle olumsuz durumlara karşı biyolojik düşünceler kentleri inşa ederken işimize yarayabilir.
Kente Dair Biyolojik Benzetmeler
Francesco di Giorgio Martini’ye (1439-1501) göre kentler “kafada” konumlanacak bir idari merkezi etrafında planlanmalıydı. Yüksek konumda – hem metaforik, hem de fiziksel olarak – bulunan idari yönetim böylelikle hem daha iyi korunabilir hem de kentin geri kalanını daha iyi denetleyebilirdi. Bu konseptte, tapınak da kentin “kalbinde” bulunarak ona ruhani rehberlik yapmalıydı. Diğer yandan, kent meydanı (piazza) onun içgüdülerine yön vermeli ve onu bir araya getirmeli, bu yüzden de kentin “bağırsaklarında” bulunmalıydı.
Orta Çağ ve Rönesans’ta sayısız kent, tepeye kurulmuş bir iç kale barındırıyordu. Bu kent anlayışı özellikle 20.yy’da daha gelişti ve Le Corbusier kentteki karar verici “kafayı”, yerleşim ve sanayi “bağırsaklarından” ayırmayı planladı. Yeni kurulan Brasilia ve Chandigarh gibi ulusal ya da eyalet başkentlerinin planlamasında bu düşünce büyük rol oynadı. 20.yy’da hücreye dair bulgular o dönem bazı kent düşünürlerini de etkiledi. Henry Wright, New York eyaletinin kuzeyde kalan bölgeleri için banliyöde yaşayanların vakit geçirebileceği tabiat parklarının üzerine kurulmuş bir kentsel gelişim “dokusu” hayal ediyordu.
Fakat biyolojik ve naturalist yaklaşım toplumsal ayrışmayı artırabilir. Örneğin, Eliel Saarinen için sağlıklı topluluklar sağlıklı hücreler gibi düşünülebilirdi. Bu yüzden gecekondu alanlarının bir kanser gibi ele alınması gerekiyordu. Bu nedenle kenti canlandırabilmek için gecekondu halkını kent dışına sürmeyi savundu. Benzeri düşünceler başka planlamacılar tarafından da benimsendi ve yoksul kesimler açısından ağır sonuçları oldu.
Yeni kent natüralizmi
2017 yılında çıkan kitabında fizikçi Geoffrey West hayat döngüsünü yöneten gizli kurallardan bahsediyor; bu kurallar hayvan ve bitkilerden günümüz kentlerine kadar her şeyi kapsıyor. Kentin toplu ulaşım ve enerji kullanımı gibi konularda sürekli denetlendiği “akıllı şehirler” de kent natüralizminin bir parçası olarak ele alınıyor. Belçikalı mimar Luc Schuiten ise yaşayan kent anlayışını bir adım ileriye taşıyarak bitkisel kenti savunuyor. Ona göre kentler yerel ekosisteme uygun materyaller üzerinden inşa edilmemeli, o materyallerden elde edilen ürünleri kullanmalı. Mesela, ilk önce yerel ekosistemle uyumlu bir ağacı büyütüp ondan sonra bina ağacın etrafına inşa edilmeli. Benzeri bir anlayış asırlardır Yemen’in başkenti Sana’da uygulanıyor. Kentteki pek çok yüksek katlı bina, sıcak iklimlere uygun, sürdürülebilir bir materyal olan kerpici kullanıyor.
Natüralist düşünce bize geleceğin iyi kentleri için güçlü bir şablon oluşturabilir ancak bunun iki uçlu bir kılıç olduğu unutulmamalı. Akıllı kentler, örneğin, sakinler için önemli fırsatlar müjdelese de herkesten çok büyük şirketlere yarar sağlayacak gözüküyor. Yine de daha natüralist bir anlayışın kullanılması için önemli bir diğer sebep ise COVID-19. Belki de kenti yaşayan bir organizma olarak görmek, pandeminin kent merkezlerindeki yayılımını anlayabilmek ve yayılıma karşı koyabilmede yardımcı olabilirdi.
Kaynak: The Conversation