Son aylarda artan enflasyonla birlikte özellikle büyük kentlerde gıdaya erişimin önemli bir sorun haline geldiği görünüyor. Gıdanın üretim maliyetinden de kaynaklanan bir öngörülmezlikle birlikte ciddi fiyat artışları yaşanıyor; Halk Ekmek kuyrukları uzuyor, süpermarketlerde bazı ürünlere satış sınırı getiriliyor. Aslında bir gıda krizini yaşıyoruz. Gıda krizinin aşılmasına yönelik tartışmalarda gıda egemenliği kavrayışının da önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu doğrultuda gıda krizi, gıda egemenliği ve yerel yönetime düşen görevleri Türkiye’de tarım politikaları, agroekoloji, gıda hakkı ve gıda egemenliği üzerine çalışmalar yapan bir araştırmacı-aktivist olan Umut Kocagöz ile konuştuk.
1. Büyükşehirler başta olmak üzere ülkenin birçok yerinde yaşanan gıdaya erişimle ilgili sorunları nasıl değerlendirebiliriz?
Gıdaya erişime dair sorunlar, ilk elden gıdanın toplum nazarında pahalı olduğunu bize gösteriyor. Gıda pahalı, peki kim için pahalı? Sorunun bir başka boyutu, “hangi” gıda pahalı? Halk ekmekte satılan mı? Süpermarketler mi? Pazarlar mı? Kooperatifler mi? Peki, hangi mahalledeki kooperatifler? Hangi süpermarketler? Süpermarketlerin hangi rafları?
İki yönü olan bir gıda krizin içindeyiz. Birincisi, temel gıda ürünlerinin giderek pahalılaşması. Gıdaya erişim sorunu devasa bir problem. Toplumun farklı kesimleri, mevcut aidiyetleri, sınıfsallıklarına göre, bu sorunu farklı biçimlerde yaşıyor. Halk Ekmek kuyruklarında bekleyen yurttaşlarla, bir tüketim kooperatifinden alışveriş yapan yurttaşlar aynı sınıfsal kesime ait değil. Bir yanda, gerçek bir açlıkla sınanma hâli söz konusu. Farklı halk katmanlarının buna doğru sürüklendiği görülüyor. Yine de, bu ikisi arasındaki mesafe, düşünüldüğü kadar uzun olmayabilir. “Asgari ücret” ve “yoksulluk sınırı” tartışmalarına baktığımızda, aslında Türkiye’de geniş bir kesimin ciddi bir yoksulluk yaşadığını söyleyebiliriz. 2022 başındaki zamlarla birlikte, bu yoksulluk katmerlendi. Dolayısıyla, gıdaya erişim sorunu, çalışan/emekçi sınıfların orta ve alt kesimlerinde, giderek yakıcılaşan bir sorun olarak kendini göstermekte.
Gıda krizinin ikinci yönü, “sağlıklı, besleyici gıda” meselesi. Yani, gıda olarak ifade edilen şey, bizi besliyor mu, yoksa sadece karın doyurmaya, öğün geçirmeye mi yarıyor. “Yiyerek bizi hasta eden” maddeleri kapsayan şeylere “gıda” demek mümkün mü? Yani, “gıda”, ama “hangi gıda”. Aslında gıda dediğimiz şeyin gıda olmadığını pek âlâ iddia edebilecek durumdayız. Mesele, bu açıdan bir halk sağlığı sorunudur. Bu iki hususu bir arada düşündüğümüzde, mevcutta yaşanan gıda krizi, ciddi bir hak gaspıdır. Türkiye’nin her yerinde, emeğiyle geçinen yurttaşların sağlıklı, besleyici gıdaya erişim hakkı ücretler, enflasyon, vb. piyasa süreçleri ve sömürü ilişkileri yoluyla gasp edilmektedir. Ve bu sürecin derinleşeceğini öngörebiliriz.
2. Bu durumdan kır-kent ilişkisi açısından neler öğrenebiliriz?
Gıdanın pahalılaşması ve niteliksizleşmesinin sebeplerini anlamak için, kırdaki dönüşümden kısaca bahsetmeme izin verin. Türkiye’de kırsal nüfus, önceleri küçük toprak mülkiyeti ve hane emeğine dayanan çiftçilik yapısındaydı. 80’lerde başlayan neoliberal politikaların, özellikle 2000’lerle birlikte vahşi bir biçimde uygulanmasıyla, kırın toplumsal coğrafyası ciddi bir dönüşüm sürecine girdi. Küçük aile çiftçiliği güvencesizleşti, geleceksizleşti. Böylece, mevsimlik işçilik, yarıcılık gibi emek biçimleri ön plana çıkmaya başladı. Çiftçiler tarımı bırakıp kentlere göçtüler, kent çeperlerinde, yoksul, ücretli işçilere dönüştüler. Tarımı bir yaşam biçimi olarak değil, kârlı bir sektör olarak gören şirket yapısı böylece hakim hale gelmeye başladı.
“Türkiye tarımının temelinde yer alan küçük çiftçiler güvencesizleştikçe, kentteki yoksul-emekçi sınıfların da gıda hakkı güvencesizleşmeye başlamıştır.”
Bir şirketin var oluş sebebi kâr etmektir. Bir tarım-gıda şirketi de bundan azade olamaz. Gıda üretiminin kâr amacı güden şirketlerin hakimiyetine geçmesi, daha önce andığım gıda krizinin temelidir. Büyük oranda gelecek beklentisi kalmamış, borçlu bir kırsal nüfus söz konusu. Bu kesim, piyasanın ihtiyaçları temelinde, şirketlerin boyunduruğu altında üretim yapmakta. Hakları, sosyal güvenceleri söz konusu değil.
Türkiye tarımının temelinde yer alan küçük çiftçiler güvencesizleştikçe, kentteki yoksul-emekçi sınıfların da gıda hakkı güvencesizleşmeye başlamıştır. Bahsi geçen tarımsal model, gübre, ilaç ve hibrit tohum yanında, mazot, elektrik ve su kullanımının da yoğun olduğu bir model. Dolayısıyla, mevcut enflasyon sebebiyle yaşanan zamların gıda fiyatlarına doğrudan yansıdığı günleri yaşıyoruz. Bugün halkın yoksullaşma süreciyle daha görünür hale gelen gıda hakkının gaspı, neoliberal politikalarla inşa edilmiş, şirketlerin hakim olduğu gıda-tarım sisteminin bir sonucu olarak karşımızda duruyor.
Günümüzde bunun toplumsal resmini, ülkenin neredeyse tüm semtlerine yayılmış süpermarketler ağında görebiliyoruz. Süpermarketleşme olgusu, hem kırdaki toplumsal dinamikleri dönüştüren, hem de kentin tüketim mekânlarının, hizmet sektörünün, emeğinin organizasyonuna müdahale eden bir sınıf süreci olarak okunabilir. Küçük çiftçiyi kendi istediği üretim modeline göre dönüştüren süpermarketler, düşük ücretli işçilik, emek sömürüsü gibi meselelerin yanında, takdim ettiği sağlıksız, besleyici olmayan (gıda!) ürünleriyle de ilişkileri örgütlemekte.
Nihayetinde, kâr amacı gütmek üzerine kurulu kapitalist ilişkinin bir aktörü olarak şirket, daha fazla kârı için işçinin emeğinden çalmanın yanında, küçük çiftçinin üretim sürecini kendine bağımlı kılarak kazançlı çıkıyor. Sömürü, yalnızca işçi-işveren ilişkisinde değil, daha bütüncül olarak yaşanıyor: kapitalizmin toplum ve doğa üzerinde kurduğu tahakkümle, boyundurukla. Dolayısıyla kır ve kente dair bugün öğrenmemiz gereken temel şey, bu ilişkinin yeni baştan, agroekoloji ve gıda egemenliği temelinde örgütlenmesi gerektiğidir.
3. Gıda krizinden çıkış için gıda egemenliği kavrayışına işaret edildiğini görüyoruz. Gıda egemenliği nedir; kentsel ölçekte yaşanan gıda krizi bağlamından bakıldığında neler söyleyebiliriz?
Gıda egemenliği, esasında halkın kendi gıda sistemini belirleme hakkıdır. 1996 yılında, küresel çiftçi hareketi La Via Campesina tarafından, çiftçilerin haklarını savunmak üzere ortaya atıldı. 2007 yılında, başta gıda üreten çiftçiler, köylüler, tarım işçileri, göçerler, balıkçılar vb. olmak üzere, tüketecileri, bilim insanlarını, işçi sınıfı temsilcilerini bir araya getiren Nyeleni Gıda Egemenliği Forumu’nda, küresel ölçekli ilkeleri tarif edildi. Türkiye’den Çiftçiler Sendikası’nın (Çiftçi-Sen) üyesi olduğu La Via Campesina, böylece kır ve kent emekçilerini bir araya getirerek, ortak bir mücadele hattı çizmiş oldu.
Gıda egemenliği, ne üretileceğine, nasıl üretileceğine, bunların nasıl dağıtılacağına, nerelerden ulaşılacağına, gıda ürünlerinin nasıl bir değeri olacağına; ayrıca, mesela tarım arazilerinin ne amaçla kullanılması gerektiğine, gıda üretenlerin sosyal haklarına, gıdanın yerelleşmesine, müşterek ekolojik varlıkların korunmasına, gıda sisteminin gelecekte nereye evrilmesi gerektiğine, halkın katılımıyla, kolektif karar verilmesi anlamına geliyor.
“Halkın kendi gıda sistemi üzerinde söz, yetki ve karar hakkının sağlanması gıda egemenliğidir.”
Herkesin adil ve ekolojik bir şekilde üretilmiş, sağlıklı ve besleyici gıdaya ulaşma hakkı vardır. Gıda egemenliği, bu hakka sahip olma hakkı, bu hakkın nasıl uygulanacağını kolektif, toplumsal süreçlerle belirleme hakkıdır. Üretimin toplumsal coğrafyasını ve ekolojisini koruyan, onaran; üreticinin üretim yapma hakkını tanıyan; üretici ve tüketicilerin dayanışmasını öngören bu sistem, bütüncül bir bakış açısı sağlamaktadır. Yani gıda egemenliği, hem gıda sistemini dönüştürmemizde bizi yönlendirecek temel bir ilke; hem de bu dönüşümün vücut bulduğu, hayata geçtiği halkın gıda sisteminin adıdır. Halkın kendi gıda sistemi üzerinde söz, yetki ve karar hakkının sağlanması gıda egemenliğidir.
Toplumun geniş kesimleri, en ucuz bulduğu yerden gıda alışverişini yapıyor. Mevcutta, süpermarketleşme olgusuyla ifade ettiğim, şirketlerin üretim, tedarik, pazarlama ve dağıtım ağlarına mahkum bırakılıyorlar. Bu durum, haliyle yurttaşların mevcut gıda sistemi üzerinde herhangi bir söz haklarının olmadığının da açık kanıtı. Kentli emekçilerin yoksullaştıkça gıda güvencesizliği yaşadığına, dolayısıyla da gıda sistemi üzerinde insiyatif kuramadıklarına şahit oluyoruz. Evin haftalık alışverişini nereden yapacağız? Seçenekleri kim, nasıl belirliyor? Gıdamızı üretenleri ne kadar tanıyoruz? Çiftçiler bir ürünü üretmeye nasıl karar veriyor? Tükettiğimiz gıdanın sağlıklı olmasının güvencesi kim, hangi mekanizmalar? Sanırım bu sorularla, gıda egemenliğinin ne olduğuna dair yanıtları bulabiliriz.
Açlıkla sınanmak, belirli bir açıdan gıda hakkını konuşmayı giderek kısıtlayacaktır. Oysa, yurttaşların güçlü bir gıda hakkı hareketi, önümüzdeki dönem gıda etrafında oluşabilecek toplumsal çatışmaların yurttaşlar lehine çözümlenmesine vesile olabilir. Dolayısıyla, gıda egemenliği kent temelli bir gıda hakkı hareketinin yol gösterici, düzenleyici prensibi olarak devreye girerek, kentte yaşanan gıda krizinin gerçekçi, adil, dayanışmacı ve ekolojik alternatifi olabilir.
4. Yerel yönetimler gıda egemenliği için neler yapabilir?
Yerel yönetim, en nihayetinde müşterek sorunların çözülmesine yönelik bir organizasyon. Dolayısıyla, müşterek bir mesele olarak gıdayla ilgili her şey, yerel yönetimin kapsam alanına girebilir. Yerel yönetimler gıda egemenliğine dair bir şeyler yapacaksa, öncelikle halkın karar alma süreçlerine katılımı güvence altına alacak mekanizmalar kurmalı. Bir takım atanmış uzmanın, belediyenin (ve iştiraklerinin) imkanlarını kullanmak suretiyle sorunları çözebilmesi mümkün değil. Bu teknokrat yaklaşım, olsa olsa, bürokratların halk üzerindeki egemenliği olur. Bu bakış açısından vazgeçerek başlanmalı.
“Gıda egemenliği, yerel gıda sistemlerinin gelişmesini savunur. Kısa tedarik ağları, yerel pazarlar, marketler, kültüre uygun yemek kültürünün desteklenmesi…”
Yerel yönetimlerin bir takım rolleri olabileceğini düşünüyorum. Yapılabilecek en temel şey, bir yerel yönetimin sorumlu olduğu yönetsel birim içerisinde gıda inisiyatiflerinin yeşereceği, yurttaşların gıda hakkına sahip çıkmalarını sağlayacak bir ekosistemi oluşturmak konusunda kolaylaştırıcı rol üstlenmek. Yani, bütçeyi, personeli, imkanları; yurttaşların yönetmesini sağlayacak mekanizmalar, köprüler kurmak. Örneğin, belediye iştirakindeki bir takım cafelerde, restoranlarda, satış noktalarında hangi ürünlerin satılacağına kim karar veriyor? Bu sürecin demokratik ve katılımcı bir şekilde örgütlenmesi üzerine kafa yorulabilir. Gıda egemenliği, yerel gıda sistemlerinin gelişmesini savunur. Kısa tedarik ağları, yerel pazarlar, marketler, kültüre uygun yemek kültürünün desteklenmesi… Üretici ile tüketicinin bir araya geldiği mekansal düzenlemeler, sanırım yerel yönetimlerin yapabileceği bir diğer önemli faaliyet olabilir. Bunun için köylülerin pazara erişim hakkını temel alan, önceliği geçimlik köylüye veren bir yaklaşım elzem.
Günümüzde, küresel ölçekte tartışılan bir husus, yeniden-belediyeleştirme. Kamucu bir bakış açısıyla, halkın kendi ihtiyaçlarını kendisinin gidereceği bir modelin, aracıları, taşeronları devreden çıkararak maliyetleri düşürmekte başarılı olabileceği, çeşitli kentlerde denenmektedir. Gıda süreçleri için de bu tarz kamucu denemeler yapmak bana anlamlı görünüyor. Bir mahalle, semt veya ilçe ölçeğinde, müşterek alanların tespit edilip, bunlar içerisinde kentsel tarım yapılabilecek olanların belirlenmesi; balkonlarda, bahçelerde, teraslarda tarım yapabilmenin eğitsel-lojistik organizasyonu desteklenebilir Bunlar dışında, yerel yönetim sınırları içerisinde, yurttaşların ekolojik okur yazarlıklarının, gıda farkındalık süreçlerinin, gıda üretim bilgisinin desteklenmesine yönelik bir takım çalışmalar yapılabilir.
Ezbere bakış açıları çare değil. Saydığım örnekler çeşitlenebilir; bunlar kır ölçeğinde ve kent ölçeğinde epey farklılıklar da gösterecektir. Patronaj ilişkilerini, tâbiyeti yeniden üreten popülist pratiklerin kısa vadede günü kurtarmak ve bir takım siyasi çıkarları desteklemek dışında, gıda egemenliğine katkı sunmayacağına inanıyorum. Gıda egemenliği perspektifinde halk bir nesne değildir; bizzat öznenin kendisidir. Dolayısıyla, halkın kendi sorunlarının çözümüne ne ölçüde katıldığı, tüm çalışmaların esas ölçütü olmalıdır.