İklim krizi ve etkileri konusundaki röportajlarımıza 350.org Türkiye ekibinden Efe Baysal’la devam ediyoruz. Baysal’la, 350.org’un yakın zamanda yerel yönetimler hakkında yayınladığı rapor, Türkiye’nin iklim krizi karnesi ve “adil iyileşme” kavramı üzerine konuştuk.
Yakın zaman önce 350.org Türkiye “İklim İçin Kentler: İzleme ve Değerlendirme Raporu” yayınlandı. Rapor nasıl bir ihtiyaçtan yola çıktı? Raporun temel bulgularından kısaca bahseder misiniz? Türkiye’de yerel yönetimlerin iklim karnesi nasıl?
İzleme & Değerlendirme Raporu, 2019 yerel seçimleri ardından başlattığımız İklim İçin Kentler çalışmamızın son halkası olarak yayınlandı. 2019’da başlayan çalışmanın öncelikli hedefi, iklim krizini kentlerin ve kentlilerin gündemine sokmak ve bu konuda somut politikalar geliştirilmesini teşvik etmekti. Bu çerçevede yerel yönetimlerin iklim eylem planlarını nasıl hazırlamaları gerektiğini anlatan bir rehber yayınladık, gönüllülerimizin desteğiyle yerel yönetimlere yönelik imza kampanyaları başlattık, ortaklarımızla birlikte yerel yönetimler için eğitimler verdik, çalıştaylar düzenledik. Aralık 2019’da Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediğimiz üç günlük çalıştay sonunda ise çalıştay katılımcısı 24 yerel yönetim “İklim İçin Biz Varız” deklarasyonunu imzaladılar. Böylece Türkiye’de ilk defa yerel yönetimler, Paris İklim Anlaşması’nın hedeflerini tanıdıklarını beyan ettiler ve bu konuda somut politkalar geliştireceklerini taahhüt etmiş oldular.
İzleme & Değerlendirme Raporumuz da deklarasyona imza atan 6 büyükşehir, 4 il ve 14 ilçe belediyesinin Aralık 2019 – Temmuz 2021 arasında iklim eylemine yönelik attıkları adımların bir dökümünü çıkarıyor. Sevindirici bir gelişme olarak yerel yönetimlerimizin bir çoğunda iklim krizine karşı bir farkındalık artışı olduğunu görebiliyoruz. Bu durumu raporda incelenen 24 belediyenin ötesinde Türkiye’ye de genellemek mümkün. Bu da normal, zira yağış deseninin değişmesinden kuraklığa, kontrol edilemeyen yangınlardan sıcak dalgalarına iklim krizine bağlı aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddeti gün geçtikçe artıyor ve aşırı hava olayları hali hazırda sürdürülemez durumda olan kentlerimizi doğrudan etkiliyor. Ayrıca toplumun da konu hakkında daha duyarlı hale geldiğini görebiliyoruz. Bütün bu gelişmeler bir çok yerel yönetimi iklim krizi konusunda bir yol arayışına itmiş durumda.
Öte yandan raporun temel bulgusu, yerel yönetimlerin iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik icraatlarının, krizin aciliyetine cevap verecek nitel ve nicel düzeyin gerisinde kaldığı yönünde. Son bir buçuk sene özeline baktığımızda bir başka krizin, yerel yönetimlerin önceliklerini ciddi şekilde değiştirdiğini görebiliyoruz: Covid – 19 pandemisi, iklim kriziyle mücadeleyi sekteye uğratan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ancak meseleyi pandemiye kitlemek de çok doğru olmayacaktır zira raporun da gösterdiği gibi belediyelerin iklim eyleminde istenilen seviyede olmamasının en önemli sebebi yapısal engeller. Belediyelerin dikey ve bürokratik bir idari yapıya sahip olması, bunun da karar alma süreçlerinde katılımcılık mekanizmalarını ciddi sekteye uğratması bu yapısal engellerin en önemlilerinden. Bir diğer sorun, kapasite yetersizliği olarak karşımıza çıkıyor. İklim krizine karşı harekete geçmek isteyen, bu konuda taahhüt veren belediyeler neye nasıl başlayacağını bilemiyor. Her ne kadar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik olarak belediyelerde birimlerin kurulmasının önünü açmış olsa da nasıl bir kapasite gerektiği konusunda soru işaretleri var. Bir örnek vermek gerekirse, bir iklim eylem planının ilk adımı ve hatta belkemiği olan sera gazı envanterinin çıkarılmasında yerel yönetimlerde ciddi kafa karışıklığı var ve bakanlığın da bu konuda çok yardımcı olduğu söylenemez. Bu kapasite sorununun aşılmasında bakanlığa önemli bir sorumluluk düşüyor zira bu yönde belediyelerde kadroların açılması ve bu kadroların hem teorik hem pratik bilgiye sahip olması hem de küresel gelişmeleri takip eden kişilerden oluşması gerekiyor.
Son olarak birimler arası eşgüdümün ve koordinasyonun sağlanamaması da bir diğer yapısal engeli oluşturuyor. İklim krizi gündelik yaşamımızı doğrudan etkileyen bir mesele ve bu yönde geliştirilecek politikalar, planlamadan ulaşıma enerji kullanımından altyapıya, imardan atık yönetimine her alanı dönüştürmek zorunda. Bu bakımdan mesele sadece iklim değişikliğiye mücadele birimlerine veya çevre müdürlüklerine havale edilemeyecek kadar çok katmanlı. Gerçek anlamıyla bir iklim eylem planı için tüm belediye birimlerinin iklim dostu yeni bir kent vizyonu etrafında bir araya gelmesi ve eşgüdümlü çalışması gerekiyor.
Bütün bunları alt alta topladığımızda Türkiye’deki yerel yönetimlerin iklim kriziyle mücadelede henüz yolun başında olduğunu söyleyebiliriz.
İklim krizi konusunda dünya ve Türkiye’de konuya yaklaşım bakımından nasıl farklar görüyorsunuz. Bu anlamıyla Türkiye dünyanın neresinde?
İklim kriziyle mücadelede dünyada ve Türkiye’deki yaklaşım farkı çok açık bir şekilde kendini gösteriyor. Bu yaklaşım farkı da yerel yönetimlerimizin neden iklim kriziyle mücadelede henüz istenilen seviyede olmadığının bir başka nedeni.
Küresel ölçekte baktığımızda iklim kriziyle mücadelenin yalpalayarak ilerlediğini söyleyebiliriz. Son yayınlanan IPCC raporu da ortalama sıcaklık artışlarını 1,5 derece hedefinde tutmanın artık zor olduğunu, iyimser senaryoda dahi 1,5 dereceye en geç 2040 yılında ulaşacağımızı gösteriyor. Diğer yandan küresel kamuoyunda ülkelerin daha yüksek iklim hedefleri açıklamaları yönünde de ciddi bir baskı var ve tam da bu sebepten dolayı Yeşil Yeni Düzen / Yeşil Mutabakat tartışmalarının özellikle son iki senede hız kazandığını görebiliyoruz. Yeni bir iklim rejimi oluşmakta ve bir çok ülke bu iklim rejiminde kendilerine pozisyon açmaya çalışıyorlar.
Türkiye’ye geldiğimizde ise ülkemizin maalesef ciddiye alınacak elle tutulur bir iklim politikası bulunmuyor. Climate Action Tracker’ın yaptığı bir araştırma şayet dünyadaki tüm ülkeler Türkiye’nin iklim politikasını (veya politikasızlığını) benimsese küresel ortalama sıcaklık artışının 4 dereceyi bulacağını gösteriyor. Hali hazırda 1,1 derecelik bir artışta bile iklim felaketleri yaşarken, bilim insanları hedefi 1,5 derece olarak önümüze koyarken 4 derecelik bir artış olması demek tam bir iklim çöküşü demek. Bu sebepten de Climate Action Tracker Türkiye’nin iklim karnesini “kritik derece yetersiz” olarak veriyor.
Neler yapmadığımıza gelince: Geçtiğimiz hafta Libya’nın da onaylayacağını duyurduğu Paris İklim Anlaşması’nı biz hala meclisimize getirmiş durumda değiliz. Böylece 192 ülkenin ve AB’nin onayladığı Paris İklim Anlaşması’nı hala onaylamayan son beş ülkeden biriyiz. Aynı şekilde, artık ülkelerin kömür bağımlılığını azaltmaya yönelik hedeflerini daha sık duyar olduk, ülkeler kömürden çıkış takvimlerini açıklıyorlar. Türkiye’de ise böyle bir gelişmenin esamesi okunmuyor, Türkiye iklim krizinin baş faili kömüre teşvik vermeye devam ediyor.
Küresel olarak devam etmekte olan bu hareketli iklim siyasetinin dışında kendimizi konumlandırmamız dünya değişirken bizi kısır siyasi tartışmalarımıza daha fazla kitliyor. Oysa iklim krizi çağında harekete geçmekte geç kaldığımız her bir saniye ileride bize daha kabarık bir fatura çıkaracak anlamına geliyor. Zira unutmamamız gerekiyor ki Türkiye’nin bulunduğu coğrafya iklim krizi açısından da kırılgan durumda.
Türkiye’nin yapması gereken ilk adım Paris İklim Anlaşması’nı onaylamak olmalı ve ardından da içinde net kömürden çıkış takviminin de bulunduğu hedefleri yüksek bir iklim politikası oluşturmak olmalı.
Konuyu yerel yönetimlere bağlamak gerekirse, her ne kadar yerel yönetimlerin önündeki yapısal engellerden bahsetsek de merkezi yönetimin bu konuda ciddi bir politikasının olmaması da günün sonunda yerel yönetimlerin iklim eylemine yönelik atacakları adımları kısıtlayan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu da bizi iklim kriziyle mücadelenin hem merkezi yönetimi hem yerel yönetimleri kapsayacak şekilde bütünlükçü bir şekilde verilmesi gerektiğine getiriyor.
Raporda da “Adil İyileşme” gibi görece yeni bir kavram kullanıyorsunuz. “İklim Adaleti” daha aşina olduğumuz bir kavramdı, adil iyileşmenin bundan farkı nedir? Bunu da kısaca açıklar mısınız?
Covid – 19 pandemisinin başlamasıyla birlikte, pandemiden çıkışın nasıl olması gerektiğine yönelik ciddi bir tartışma başladı ve bu süreçte ülkeler ekonomik toparlanma / iyileşme paketlerini de açıklamaya başladılar. Adil İyileşme / Just Recovery kavramı da bu süreçte ortaya çıktı ve kavram en temelinde krizlere karşı dirençliliğin artırılmasına yönelik politikaların geliştirilmesinin; bunu da yaparken kamu sağlığının desteklenmesi gerektiğinin altını çiziyor. Bu çerçevede ekonomik toparlanma sürecinin fosil yakıt endüstrisi gibi kirleticilere yönelik yapılmaması talep ediliyor.
Önemli bir nokta, her ne kadar Covid – 19’la birlikte gündeme gelmiş olsa da adil iyileşme sadece tek bir krize odaklanmıyor; iklim krizi, pandemi krizi gibi eş zamanlı yaşanan krizlere karşı bir çare arayışı olarak karşımıza çıkıyor ve krizlerle eş zamanlı ve gerçek anlamıyla mücadele etmek için mutlaka toplumsal adaletin gözetilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Bu bakımdan iklim adaletini dışlayan veya iklim adaletinden kopuk bir kavram değil aksine iklim adaleti talebiyle de örtüşüyor. Zira güvencesiz durumda olan kırılgan toplulukları da kapsayan bir kamu sağlığı politikası, teşvik paketlerinin sık sık gördüğümüz gibi belli başlı şirketleri kurtaracak şekilde düzenlenmeyip gerçek anlamıyla kamu yararının önceliklendirilmesi gibi talepler iklim adaletine uzak düşen talepler değil.
Biz de raporda bu kavramın kent için ne anlama gelebileceği üzerinden bir tartışma yapmaya çalıştık. Bu çerçevede bir kent için adil iyileşme programı şu başlıkları kapsayabilir:
- Yenilenebilir enerjiye yatırım yapmak;
- Toplu taşıma, bisiklet ve yaya ulaşımı altyapısına yatırım yapmak;
- Karbonsuz, yeşil işler yaratıp, istihdam olanağı sağlamak;
- Başta halk sağlığı, eğitim, ulaşım gibi olmak üzere temel hizmetleri iyileştirmek ve herkesin erişimine açmak;
- Dezavantajlı grupların farklılaşan alanlardaki mağduriyetlerini belirleyerek bunları giderecek önlemler almak;
Benzer çalışmaların küresel kent ağlarında yapıldığını da ekleyelim. Örnek vermek gerekirse C40 Küresel Kent Ağı’nın “Başkanlar için Yeşil ve Adil İyileşme Gündemi” adlı bir çalışması da mevcut. Bu çalışmaya göre, şayet C40 üyesi 100 kentte adil iyileşme politikaları hayata geçirilirse 2025 yılına kadar 2.3 milyar ton karbondioksit salımının önüne geçilebilir; 50 milyon karbonsuz iş yaratılabilir; 10 senede 270 bin erken ölüm engellenebilir ve sağlık harcamalarında 1,4 milyar Amerikan Doları tasarruf edilebilir.
Efe Baysal, 350.org Türkiye