You are here

Pandemi Sonrası Yeni Kentsel Çözümler: 15 Dakikalık Kent

Bankları tek kişilik yapmak gibi geçici önlemlerle şekillenen pandemi şehirciliği neden çözüm değil? 15 dakika kenti nedir ve neden gereklidir? Temel nitelikleri nelerdir? Alternatif kentsel çözümler bulmazsak bizi ne bekliyor? Prof. Dr. Osman Balaban yazdı.

COVID-19 pandemisiyle birlikte toplumsal yaşamın alışılageldik dengesi bozuldu. Kurduğumuz toplumsal ve iktisadi düzenin ne denli kırılgan olduğunu, üretim ve tüketim süreçlerindeki en ufak bir duraklama ya da yavaşlamanın, küresel ve ulusal ekonomileri ciddi biçimde tehdit ettiğini, tedarik zincirlerindeki aksaklıkların gündelik yaşamı paralize edip büyük paniğe yol açabildiğini gördük.1

Pandemi nedeniyle, “Yaşam artık eskisi gibi olacak mı?” sorusu kapsamında başta eğitim, sağlık hizmetleri ve çalışma hayatı olmak üzere toplumsal yaşamın pek çok veçhesine dair tartışma ve değerlendirmeler gırla gidiyor. Bu değerlendirmelerden nasibini alanlar arasında, elbette kent olgusu da var.

Bir açıdan pandemiye çok şey borçluyuz. Ne de olsa bize, çok daha geç olmadan geleceği düşünmemizin ve geleceğimize çeki düzen verecek yapısal dönüşümleri gerçekleştirmemizin elzem olduğunu gösterdi. Bu bakımdan merkezinde kent ve kentsel yaşam olan bir tartışma, diğer bir deyişle yeni kentsel gelecek tartışması çok anlamlı ve önemli. Ancak bu tartışmanın nasıl yapıldığı da tartışmanın kendisi kadar önemli. Kanımca yeni kentsel gelecek tartışması, son dönemde örneklerini üzülerek gördüğümüz dar kapsamlı ve miyopik bir yaklaşımı değil, geniş kapsamlı bir ele alışı hak ediyor.

“Pandemi şehirciliği” çözüm değil!

Burada dar kapsamlı yaklaşım ile kastettiğim, pandeminin yoğun olduğu dönemde salgının yayılmasının önüne geçmek için önerilen bazı yaşam pratiklerinden şehirciliğe yönelik kalıcı ve uzun erimli dersler çıkarma eğilimi. Bu, kısa vadede anlamlı ve ilgi çekici gibi görünse de pandemiye neden olan kök sorunu daha da besleme tehlikesi taşıyor.

“Pandemi şehirciliği” olarak da ifade edebileceğimiz bu miyopik yaklaşım, kentsel ortamın ve yaşamın bundan böyle sosyal izolasyon ya da mesafelenme ilkesine göre uyarlanması gerektiğini öneriyor ya da bu ilkeye öncelik verileceğini öne sürüyor. Bireylerin kent ortamındaki gündelik yaşantılarında tercihlerini yoğun ve kamusal olandan yana değil, daha az yoğun ve bireysel olandan yana kullanacakları öngörüsünde bulunuyor. Bu da kent içi hareketlilikte toplu taşıma yerine bireysel ulaşım modlarının, yaşama alanı seçiminde kent içindeki yoğun konut alanları yerine daha çok kent çevresindeki müstakil ve yalıtılmış konut çevrelerinin ön plana çıkması demek. Öyle ki, kamusal açık alanlardaki oturma düzeninin bile bireysel temelde yenilendiğine tanıklık ettik.

Bir kentsel sistemin bu tür bir yaklaşımla kurgulanması, o sistemin ekolojik ve karbon ayak izinin artmasına yol açar. Müstakil ya da düşük yoğunluklu konut alanları, kentin daha geniş bir alana yayılmasına neden olur. Bu da bir yandan doğal alanların daha fazla arazi kullanım değişikliğine maruz kalmasına yol açarken diğer yandan kentsel altyapı sistemlerinin enerji yükünü ciddi biçimde arttırır. Yaygın bir kentte bireysel ulaşım tercihi ise kaçınılmaz olarak otomobiller olacaktır, bu da kentsel ulaşımdan kaynaklanan enerji tüketimine hız verecektir. İşte bu nedenlerle, “pandemi şehirciliği” çözüm olmadığı gibi çözümü daha da geciktirme ve yeni pandemilere davetiye çıkarma tehlikesi taşır.

Pandemiye neden olan kök sorun!

Pandemiye neden olan kök sorun, endüstri devriminden beri hız kesmeyen ekolojik yıkımdır. Yirminci yüzyıl boyunca dünya nüfusu dört katına çıktı. Tüketim talebi ve düzeyi ise nüfus artışının da üzerinde bir hızla büyüdü. Bugün gezegeni, kendini yenileme hızının çok üzerinde bir hızla tüketiyoruz. Son yıllardaki rakamlar, gezegenin 12 ayda ürettiği doğal kaynağı yaklaşık 7-8 ay içinde tükettiğimizi gösteriyor.2 Pandemi, bu ekolojik yıkımın bugün karşımıza çıkardığı somut sonuçlardan sadece bir tanesi. Benzerlerini epey bir süredir iklim krizi olarak zaten deneyimliyoruz.

Kök sorunun çözülmemesi halinde; pandemi, sıcak dalgaları, orman yangınları, aşırı yağışlar gibi doğa olayları ile daha sık ve artan bir çeşitlilikle karşı karşıya kalacağımız kesin. Tam da bu nedenle, kentin ve kentsel yaşamın geleceğine ilişkin bir tartışmayı, COVID-19’dan hareketle yapacaksak, bunu dar kapsamlı bir yaklaşıma hapsolmadan, uzun vadeli düşünerek ve geniş kapsamlı bir yaklaşımla yapmalıyız.

Ekolojik yıkımı durduracak, doğal kaynaklara olan talebimizi ciddi biçimde azaltacak, üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı ekolojik kapasiteyle uyumlu hale getirecek bir kentsel sistemin temel nitelikleri ne olacak?

Geleceğin kentinin temel nitelikleri ne olmalı?

Bu niteliklerden ilki “kendine yeterlilik”. Bir kentsel sistem, en temel ihtiyaçları özelinde kendi kendine yeterli olmalı, bu temel ihtiyaçlarını, olabilen en geniş düzeyde, kendi içinden karşılayabilmeli. Bu bağlamda en kritik ihtiyaçlar; gıda, su ve enerji.3

Geleceğin kentleri, yerel kaynakları daha etkin ve verimli bir şekilde kullanarak ve atıl durumdaki yerel kaynakları devreye sokarak, tükettiği gıdanın, suyun ve enerjinin kayda değer bir kısmını kendi içinden ve yakın çevresinden karşılayabilecek bir yapıda olmalı. Böylece kentin dışarıya olan bağımlılığı azaltılacağı için pandemi ve benzeri durumlarda tedarik zincirindeki aksamalardan daha az etkilenebilir. Dahası kentin tükettiği kaynakların transferinden kaynaklanan enerji tüketimi de azaltılabilir.

Bir kenti gıda, su ve enerji kaynakları bakımından kendine yeterli hale getirebilmek için yapılacakların başında; kent içi ve yakın çevresindeki tarım alanlarının korunması ve tarımsal amaçlarla kullanımı, yerel su kaynaklarının korunması, suyun geri kazanımı ve kullanımı, yerel yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılması ve her üç kaynağın (gıda, su ve enerji) israfının önlenmesi geliyor.

İkinci önemli niteliğin “fiziksel yakınlık” olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar pandeminin yoğun yaşandığı dönemlerde mesafeli olma düsturu önem kazanmış olsa da yeni kentsel gelecek, kentlerin alt parçaları ile kent sakinleri arasındaki mesafelerin olabildiğince azaltılması ilkesini esas almak durumunda.

Fiziksel yakınlık ilkesi, iklim şehirciliği bağlamında “kompakt kent” kavramı üzerinden sık sık vurgulanan bir husus. Bugün ise benzer bir tartışmanın “15 Dakika Kenti” kavramı üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz, özellikle de Paris bu konsepte geçişi ciddi anlamda değerlendiren şehirlerden biri.4 İster “kompakt kent” isterse “15 Dakika Kenti” olarak ifade edilsin, fiziksel yakınlığı esas alan bu kentleşme modelinin dayandığı mantık aynı: Gündelik kentsel yaşamda ihtiyaç duyduğumuz işlev alanlarına olabildiğince yakın, tercihen yürüme ya da bisiklet kullanım mesafesinde yaşayabilmek. Bizler evden işimize, çocuklarımız evden okullarına olabildiğince kısa mesafeler kat ederek gidebilmeli, alışveriş, rekreasyon, birinci basamak sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçlarımızı da kısa mesafeler içinde karşılayabilmeliyiz.

Yaşadığımız kentlerin mekânsal kurgusu buna olanak verecek şekilde tasarlanmalı ve uygulanmalı. Bu kurguya sahip kent modeli; karma kullanım bölgelerinden oluşan, optimum yoğunluğa sahip, görece daha küçük bir alana yayılmış kenttir. Bu tür bir kentte, yürüme ve bisiklet kullanımı kolaylaşacağından motorize ulaşıma olan ihtiyaç ve talep azalacak, bu da ulaşımdan kaynaklanan enerji tüketimini düşürecektir. Kent daha küçük bir alana yayılacağı için doğal çevreye olan müdahale azalacak, kentin yakın çevresindeki su kaynakları ve tarım alanları gibi doğal değerlerin korunması kolaylaşacak.

Pandemi ve benzeri kriz dönemlerinde ise kentliler, yaşam alanlarının yakın çevresinden, motorize olmayan bireysel ulaşım seçeneklerini kullanarak temel ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayabilecekler.

Çok merkezlilik ve çok sektörlülük

Fiziksel yakınlık ilkesinin bir sonucu ise “çok merkezlilik” tir. Yaşayanların gündelik ihtiyaçlarını karşılayan karma kullanımlı alt bölgelerden oluşan bir kent, kaçınılmaz olarak çok merkezli olur. Bu da kentin temel kamusal işlev ve eylemlerinin tek merkezde toplandığı, kentlilerin gündelik yaşantılarında bu merkeze uğramak ihtiyacı hissettikleri bir kentten, çok merkezli bir kentte geçiş anlamına gelir.

Eğitim, sağlık ve çalışma başta olmak üzere temel servislere erişmede çoklu seçenekler sunan bir kentte, fiziksel yakınlık ilkesini hayata geçirmek kolaylaşacağından otomobile olan bağımlılık azalır, kentlilerin yürüme, bisiklet ya da mikro hareketlilik araçlarını kullanma şansları artar. Diğer yandan bu tür bir kentte, büyük kitleler halinde hareket etme ve toplanma eğilimi azalacağından pandemi ve benzeri kriz dönemlerinde sosyal mesafelenme ilkesini uygulamak kolaylaşabilir.

Çok merkezlilik, kentin mekânsal kurgusu ile ilişkili bir nitelikken dördüncü olarak vurgulamamız gereken “çok sektörlülük” ise kentin iktisadi yapısı ile ilişkili.

Pandemi ve benzeri risk unsurları, kentlerin belirli iktisadi sektörlerini olumsuz etkileyebiliyor. İnsan hareketliliği ve etkileşiminin en aza indirilmesinin gerektiği dönemlerde, turizm ya da üniversite kentleri gibi ekonomisi insan hareketi ve etkileşimine dayanan kentlerde ekonomik sorunlar baş gösteriyor. Ekonomik faaliyetlerde azalma ve işsizlik gibi sorunlar ise pandemiden kaynaklanan riskleri daha da körüklüyor. Geçinme olanağı kalmayan ya da azalan ailelerin kendilerini ve yakın çevrelerini koruma hevesleri ve kapasiteleri düşüyor. Bu nedenle yeni kentsel gelecek, kent ekonomilerinin çok sektörlü bir yapıda olması ilkesini esas almalı. Bir risk unsuru kentin bazı iktisadi sektörlerini olumsuz etkilediğinde diğer sektörler ayakta kalarak kentin dirençliliğine katkı yapmalı.

Doğa ile gerçek uyum için doğa temelli çözümler

Son olarak üzerinde durmamız gereken nitelik ise “doğayla gerçek uyum”dur. 20. yüzyıl kentleşme deneyimi, bir anlamda doğaya meydan okuma olarak da görülebilir. Kentler, gelişip yayıldıkça doğayı büyük bir hızla dönüştürdüler. Doğa, insan eliyle bir yapılı çevreye dönüştükçe hem niteliğini hem de sürekliliğini yitirdi. Bugün Ankara’nın derelerini sadece cadde ve sokak isimlerinde görebiliyoruz. Kentliler doğanın kötü taklidi konumundaki kent içi yeşil alanlara ki pek çok kentte bunları bile bulmak çok zor, mahkûm kaldılar uzun yıllar boyunca. Her yıl milyonlarca insan, başta hava kirliliği ve obezite gibi, yaşadığımız kentsel ortamların niteliğiyle doğrudan ilişkili sağlık sorunları nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bu nedenlerle, yeni kentsel gelecek, kenti doğayla gerçek anlamda uyumlandırmak durumunda.

Nasıl mı? Kent içindeki tüm doğal alanları restore edip bunlar arasındaki süreklilikleri sağlamak, tarımsal üretimi kentin ve kentlinin uğraşlarından birisi haline getirmek, üzeri kapatılmış dereleri yeniden gün yüzüne çıkarmak, biyoçeşitliliği koruyup geliştirecek tüm tedbirleri almak gibi pek çok doğa temelli çözümü devreye sokarak.5 Bu sadece kentin estetiğine ya da tasarımına yönelik bir eylem çerçevesi değil. Doğa ile gerçek uyuma sahip kentlerin; daha temiz, daha sağlıklı, daha serin ve doğal tehlikelere karşı daha dirençli olduklarını gösteren sayısız araştırma bulunuyor.

Geleceğin kentine ilişkin nitelikler bunlarla sınırlı değil elbette. Bu tartışmayı genişletmek mümkün. Bu yazıda, kentlerin geleceğine ilişkin genel çerçeveyi ortaya koyabilmek için en önemli ve öncelikli olan nitelikleri ele aldık.

COVID-19 pandemisinin yol açtığı yeni bir kentsel gelecek arayışı ya da tahayyülü kaçınılmaz bir zorunluluk. Ancak kentin geleceğine dair bu arayış, pandeminin en yoğun dönemlerindeki bazı davranış biçimlerinden kente ve kentsel yaşama dair kalıcı dersler çıkarmak şeklinde yapılmamalı. Pandemiye neden olan ve ileride karşımıza başka bazı tehlike ve risk unsurlarını da çıkaracak olan kök sorunu, yani ekolojik yıkımı sona erdirecek yeni bir kentleşme modelini hep birlikte geliştirmemiz gerekiyor.

Bu yazı ilk kez 20 Ekim 2020’de Fikir Turu’nda yayımlanmıştır.

  1. COVID-19 pandemisinin ilk döneminde hemen her ülkede “panik alışverişleri” (panic buying) gözlendi. Boş market rafları ve tuvalet kâğıdı, panik alışverişlerin adeta sembolü olmuştu. Sonrasında bu tür bir tüketici COVID-19 pandemisinin ilk döneminde hemen her ülkede “panik alışverişleri” (panic buying) gözlendi. Boş market rafları ve tuvalet kâğıdı, panik alışverişlerin adeta sembolü olmuştu. Sonrasında bu tür bir tüketici paniğinin, sağlık ekipmanı arzı gibi yaşamsal önemdeki ürünler üzerinde de çok olumsuz etkiler yaptığına dair değerlendirmeler okuduk. Bir örneği için şu linke bakılabilir: https://blogs.worldbank.org/health/COVID-19-coronavirus-panic-buying-and-its-impact-global-health-supply-chains
  2. Bu tür bir ölçüm, Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) tarafından Dünya Limit Aşım Günü (World Overshoot Day) adıyla yapılmaktadır. Her yıl; insanlığın yıllık doğal kaynak talebinin dünyanın bir yılda sağlayabileceği kaynak kapasitesini aştığı gün duyurulmaktadır. Bu da bize, gezegenin 12 ayda ürettiği doğal kaynağı kaç ay içinde tükettiğimizi göstermektedir. Detaylı bilgi için linke bakılabilir: http://www.skdturkiye.org/blog/dunya-limit-asimi-gunu-2020-22-agustos
  3. Bu üç kritik kaynak aynı zamanda aralarında önemli etkileşimler olan kaynaklardır. Dünya temiz su tüketiminin çok büyük bir bölümü ile enerji tüketiminin yine önemli bir bölümü gıda üretimi için yapılmaktadır. Dahası üretilen gıdaların dünya üzerinde taşınması için de önemli düzeyde enerji tüketilmektedir. Bu kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanmak, aralarındaki etkileşim ve bağlantılar göz ardı edilerek yapılamaz. Bu kaynaklar arasındaki sıkı bağlantı, son yıllarda Gıda-Su-Enerji Bağı (Food-Water-Energy Nexus-FWE Nexus) olarak tanımlanmakta ve sürdürülebilir gelişmenin en temel unsurlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Bu alandaki tartışmalar için başlangıç düzeyinde bir kaynak şu linkte yer almaktadır: http://www.fao.org/3/a-bl496e.pdf
  4. Bu tartışmanın örneklerine ulaşmak için şu linklere bakılabilir: 1) https://www.ft.com/content/c1a53744-90d5-4560-9e3f-17ce06aba69a 2) https://www.c40knowledgehub.org/s/article/How-to-build-back-better-with-a-15-minute-city?language=en_US 3) https://www.smartcitylab.com/blog/governance-finance/paris-15-minute-city/
  5. Doğa temelli çözümler (nature-based solutions), son yıllarda giderek önem kazanmaya başlayan ve başta IUCN ve BM olmak üzere pek çok uluslararası kuruluşun çalışma gündeminin ilk sıralarına yerleşmiş bir kavramdır. Avrupa Birliği, son yıllarda, doğa temelli çözümlerin etkin bir şekilde devreye sokulmasına odaklanan çok sayıda araştırma projesine fon sağlayarak bu konuya verdiği önemi göstermiştir. Oxford Üniversitesi bünyesinde bu konudaki bir girişimin web sitesine şu linkten ulaşılabilir: https://www.naturebasedsolutionsinitiative.org/what-are-nature-based-solutions/

Osman Balaban

Prof. Dr. Osman Balaban – Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi. Lisans derecesini ODTÜ’den alan şehir plancısı, yüksek lisans derecesini kentsel siyaset alanında, doktora derecesini ise şehir planlama alanında yaptığı çalışmalarla elde etti. 2009-2012 yılları arasında Japonya’da, Birleşmiş Milletler Üniversitesi’ne bağlı bir araştırma enstitüsünde araştırmacı olarak çalıştı. Yurt dışında çalıştığı dönemde, kentsel sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği konularında çok sayıda uluslararası araştırma projesinde yer aldı. Araştırma konularının başında, iklim değişikliği ve kentler geliyor. İklim krizini çözmek için kentlerde yapılması gerekenlere dair bilimsel bilgi üretmeyi, en temel mesleki ve toplumsal sorumluluğu olarak görüyor.

Top