You are here

6306 Değişti: Dönüşüm Hızlanacak, Problemler Büyüyecek

Son yıllarda Türkiye ekonomisi, inşaat sektörünü esas alan bir politikayla yönetiliyor. İstanbul örneğinde çok çarpıcı şekilde görüldüğü gibi nüfusun katlanarak artması ve aynı zamanda plansız ve saldırgan bir yapılaşma riski bu politikanın dolaysız sonuçları olarak beliriyor. Doğu-batı ekseninde büyümesini tamamlayan İstanbul uzun bir zamandır, kuzey ormanlarını ve su havzalarını yapılaşmaya açma pahasına kuzeye doğru da büyüyor.

İstanbul bir taraftan yeni yerleşim alanları üzerinden büyürken bir taraftan da mevcut yerleşim bölgelerinde kentsel dönüşüme uğruyor. İstanbul’un mevcut yapı stokunun büyük oranda dönüşmesi gerektiğine dair kanıyı birçok kesim paylaşırken, bu dönüşümün nasıl gerçekleşeceği konusunda ise temel fikir ayrılıkları bulunuyor. En genel tabiriyle bu ayrılık, yapılması gereken dönüşümün planlama ilkeleriyle uyumlu bir şekilde, kamu yararı gözetilerek ve kentsel problemlerin çözümüne odaklanılarak yapılması gerektiği üzerine yoğunlaşıyor. Ancak mevcut uygulamalar hem planlama ilkeleriyle uyuşmuyor hem de kamudan çok özel şahıs ve şirketlerin çıkarlarını gözetecek bir çerçevede ilerliyor.

Ayrıcalıklı imar hakları elde eden firmaların yüksek rantlar sağlamasının yanı sıra, bu dönüşümlerin üst ölçekli plan kararlarına bağlı kalmaksızın ve olası çevresel etkileri hesap edilmeksizin yürütülüyor olması yaşanan dönüşümlerin en büyük sıkıntılarının başında geliyor. Örnek vermek gerekirse, 2009 yılında kabul edilen ve İstanbul’un Anayasası denilen Çevre Durum Planı’na aykırı birçok plan kararı alınabiliyor. Diğer taraftan, kentsel dönüşüm neticesinde dönüşüm bölgesinde yaşayan insanların kentin farklı noktalarına ve çoğunlukla çeperlerine doğru itildiği gözlemleniyor. Dönüşüm bölgesindeki konut sahipleri dönüşüm sonrası oluşan ranttan pay alsa da kiracı konumunda olanların aynı bölgede yaşama ihtimali ortadan kalkıyor.

Özetle belirtmek gerekirse, yaşadığımız kentsel dönüşüm süreci büyük oranda imar artışına dayanan ve bu artıştan elde edilen rantın paylaşılmasına dayanan bir motivasyonla yapılıyor ve bu süreçte çevresel etki, sosyal donatı alanlarının yeterliliği, yeşil alanların korunması ve sürdürülebilir bir kentin inşası gibi ilkeler gözetilmiyor.

6306 Yoluyla Dönüşüm

Büyük bir şantiye görünümündeki İstanbul’da farklı yasal gerekçelere dayanarak inşaatlar yükseliyor. Dayanaklardan biri de 2012 yılında kabul edilen 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. 6306 sayılı kanuna dayanarak İstanbul ölçeğinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şimdiye kadar birçok bölgede riski alan ilan etmiş durumda. Bunların bazıları şöyle:

Gaziosmanpaşa (393 ha), Sarıyer (169 ha), Kadıköy (134 ha), Bağcılar (31 ha), Esenler (28 ha), Bayrampaşa (23 ha), Sultangazi (18 ha). İstanbul genelinde toplam 890 hektarlık bir alan, yani 8.900.000 m²’lik bir alan riskli alan durumunda.[1]

istanbul_riskli_alanlar

6306 sayılı kanun kapsamında belirlenen riski alanların gerçekten riskli yapılaşmaların olduğu bölgelerle ne ölçüde çakıştığı meselesi bilim insanları tarafından çokça eleştirilirken yeni bir gelişme yaşandı ve 27 Ekim itibarıyla 6306 sayılı kanunun yönetmeliğinde değişikliğe gidildi. Yönetmelik değişikliğinin birçok sonucu olmakla birlikte sürecin yönetilme mantığını göstermesi açısından şu değişikliklere bakmak yeterli:

Yapılan değişiklikle;

  • Planlama ve altyapı hizmetlerinin yetersiz olması, imar mevzuatına aykırı yapılaşmanın bulunması ve altyapı veya üst yapıda hasar meydana gelmiş olması şartlarından birini taşıması halinde bir bölge riskli alan ilan edilebilecek. Üstelik söz konusu bölgedeki yapıların % 65’inin imar mevzuatına aykırı olması veya yapı ruhsatı olmaksızın inşa edilmiş olması bölgenin tamamı hakkında riskli alan ilanı için yeterli olacak. Yani %35’lik kesimin binası imar mevzuatına uygun ve ruhsatlı olarak inşa edilmiş olsa bile diğer %65’lik kesimle birlikte riskli alan ilan edilmiş olacak. İstanbul gibi kaçak yapılaşmanın çok fazla olduğu bir kentte %65’lik kesimi bulmak çok da zor olmayacaktır. Kısacası bu değişiklik; Bakanlığın her an İstanbul’un bir alanını riski alan ilan edebilme keyfiyetine kavuştuğu anlamını taşıyor.
  • Malikin vefat etmiş olması halinde mirasçılık belgesi çıkarma, kayyum atama veya işlem yapma yetkisinin bakanlığa verilmesi de hak sahiplerinin dava aşamasında olan süreçlerini de hızlandırmış olacak ve Bakanlık bu konuda da inisiyatif alarak tıkanan süreci açmış olacak.

Sadece bu değişikliklere bakarak bile amaçlananın yavaşlayan inşaat piyasasının tekrardan hareketlendirilmek istenmesi olduğu söylenebilir. Emlak piyasasında talebin üzerinde bir inşaat arzının oluşmasına ve  bu haliyle piyasanın sürdürülemez bir boyuta ulaşmasına rağmen, hükümetin gerek faiz indirimiyle gerek taksit sayılarını artırma yoluyla gerekse konut teslimindeki KDV oranını düşürme yoluyla piyasayı canlandırma çabasında olduğu zaten biliniyor. Tüm bu düzenlemeler istenilen düzeyde bir canlanmaya sebep olmadığı gibi, Fikirtepe gibi büyük inşaat projelerinin yarıda kalmış olması da ayrı bir handikap yaratıyor. Buna rağmen hükümetin kentsel dönüşümde yavaşlayan süreci hızlandırmaktan başka alternatifi yok. Bunun anlamı çok açık: Zaten başlı başına bir mağduriyet süreci olan kentsel dönüşümde yavaşlayan tempoyu tekrar artırma çabası, yaşanan mağduriyetleri yeniden hızlandıracak. Binaların sayısı ve yüksekliği arttıkça kent yaşamına dair şikayetler de artmaya devam edecek. Mevcut haliyle bile yetersiz donatı alanlarına ve ulaşım ağında büyük sıkıntılara sahip olan kentler (başta İstanbul) hızlandırılan projelerle daha da büyük bir keşmekeşin içerisine koşar adımlarla ilerleyecek. Sadece fiziksel yetersizlikler değil, ekolojik ve sosyal problemler de önümüzdeki sürecin büyüyen problemleri olacak. Ancak maalesef hükümetin kentsel dönüşüme bakış açısı tamamen ekonomik büyümeyle ve o ekonomik göstergelerden damıtılan siyasi çıkarlarla ilintili; dolayısıyla içine çekilmeye çalışıldığımız kabus daha da derinleşecek gibi görünüyor.

Kentsel Dönüşüm Ama Nasıl?

Türkiye’de dönüşümün yasal dayanakları olarak kabul edilen ve kamuoyunda Yenileme Kanunu olarak bilinen 5366 sayılı yasa (2005), Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı yasa (2012), Büyükşehir Belediyesi Yasası ve bunlara ait bütün yönetmelikler AKP döneminde hazırlanmış durumda. Tüm bu yasalardaki ortak yaklaşım, yerel yönetimlerin yetkilerinin merkezde toplanması ve bütüncül planlamanın kadük hale getirilmesi şeklinde özetlenebilir.[2] Bu yasal düzenlemeler neticesinde yaşananlar AKP’li yılları kentsel dönüşüm ve inşaat piyasasına dair önemli bir eşik olarak belirlerken; daha bütüncül bir yaklaşımla bakıldığında, kritik eşiklerden birinin de 1980 sonrası olduğu görülüyor. Üstelik 1980 sonrası gelişmeler dünya ekonomisindeki büyük dönüşümü anlamamız için de önemli bir eşiği oluşturuyor. Dolayısıyla, günümüzdeki dönüşümü anlayabilmek, kıyaslama yapabilmek ve benzerlikleri gösterebilmesi açısından 1980 sonrası gelişmelere de kısaca bakmakta fayda var.

Türkiye’de 1980 öncesinde benimsenmiş olan ithal ikameci model, 1980 sonrasında terk edilmiş ve ihracata dayalı model benimsenerek uluslararası piyasalarla bütünleşme, sosyal devleti küçültme ve reel ücretlerde kesintiye gitme gibi politikalar benimsenmiştir. Bu dönem Türkiye’de inşaat piyasasının hızlandırılması da bir çeşit kamu politikası olarak benimsenmiş ve bu politika mevcut kentsel sorunlara yenilerini eklemekten öteye gidememiştir. Dünyada bu dönem revaçta olan kentsel dönüşüm politikaları tamamen ekonomik hedefler bağlamında düşünülmüş ve neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin bir enstrümanı olarak kullanılmış; ancak zamanla toplumsal adaletin sağlanması, çevrenin korunması ve son zamanlarda küresel iklim krizini de dikkate alan politikalarla zenginleştirilmiştir. Ama Türkiye’de ele alınış biçimi günümüzde dahi çıkış aşamasındaki ekonomik büyüme hedefinin ötesine gidememiştir.

Türkiye’de 1980 sonrasında inşaat sektöründe yaşanan büyüme, 1982-1988 yılları arasını kapsarken, daha sonrasında yaşanan büyüme ise 2002’de AKP’nin iktidara gelip 2008 ekonomik krizine kadar devam eden dönemde yaşanmıştır. Krizin atlatılmasının ertesinde de bu dönemin devam ettiği söylenebilir. Bu dönemde izlenen politikanın özü özellikle inşaat alanındaki yatırımların hızlı ve zahmetsiz bir biçimde yapılması için planlama ve imar düzeninin serbestleştirilmesi ve kuralsızlaştırılmasıdır. Bu amaçla, daha önce yerele devredilen planlama yetkileri bu dönemde tekrar merkezde toplanmış, TOKİ olağanüstü yetkilerle donatılmış, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı imar yapma ve onama yetkisine kavuşturulmuştur. Kuşkusuz tüm bu gelişmeler, planlamayı yatırımlar önündeki bürokratik engel olarak gören ve yasal çerçeveyi esneterek yatırımları serbestleştirmek ve kuralsızlaştırmak isteyen merkez sağ siyasetin geleneksel alışkanlığıyla da ilgilidir.[3]

Merkez sağ siyasetin kent politikasına dair bu tespiti akılda tutarken küresel ölçekteki eğilimi de gözden kaçırmamalıyız. 1973’teki petrol krizi sonrasında sermaye yeniden değerlenme alanı olarak üretime değil spekülatif kazanç getirecek olan kentsel yatırımlara yönelmiştir. Yani dünya ekonomisindeki köklü değişim neticesinde oluşan aşırı birikim, elde ettiği artı değeri kullanmak üzere kentleri yatırım hedefleri haline getirmiş, gayrimenkul ve inşaat sektörünün büyümesine neden olmuştur. Türkiye ekonomisi de uluslararası sermayenin bu yönelimine uygun olarak doğrudan yabancı yatırımların konusu haline gelmiştir. AKP iktidarı da bu gelişmelerin farkında olarak ekonomik büyümeyi en kolay şekilde sağlamanın bir yöntemi olarak kentleri yatırım için cazip hale getirmeye çalışmaktadır.[4]  Küreselleşmenin kent ideolojisi olan “küresel kent” söyleminin büyüsü altında uluslararası sermayeyi İstanbul’a davet eden yöneticiler İstanbul’un mekânsal yapısında yaşanan dönüşümleri bu politik proje çerçevesinde uygulamaktadır. Son otuz yıllık değişim göstermektedir ki bu politik proje sonucunda kentte gelir eşitsizliği, sosyal kutuplaşma, mekansal ayrışma artmakta[5] ve son dönemde kararı verilen 3. havalimanı, 3. köprü ve Kanal İstanbul gibi “çılgın proje”lerle bu olumsuz etkilere ekolojiyi, yaban hayatını ve tarım arazilerinin geleceğini de etkileyen olumsuzluklar eklenmektedir.

Sağ Siyasetin İnşaat Merakı

Yukarıda bahsedilen inşaat sektöründeki iki büyüme döneminde de (ANAP ve AKP) ekonomik gerekçeler belirleyici olmuş ve bu ekonomik büyümeden siyasal çıkar elde etme amacı da paralel şekilde yaşanmıştır. ANAP’ın yönettiği ilk süreçte gecekondu affı, AKP’nin yönettiği ikinci süreçte ise imar affı ve 2B arazilerinin satışı şeklindeki gelişmeler siyasetin kitlesel destek bulmasını sağlamış, aynı zamanda düşen reel ücretlerin rant ile telafi edilmesi ve kısa dönemli kaynak ve finans ihtiyacının karşılanması gibi amaçlar, kentsel dönüşümün amaçları arasında belirmiştir. ANAP, 80’li yıllardaki inşaat atılımı esnasında 24 Ocak ekonomik kararlarını uygularken, AKP 2001 krizi sonrasında IMF tarafından dayatılan yapısal uyum reformlarını uygulamıştır. Her iki süreçte de işsizlik, reel ücretlerde düşüş ve gelir adaletsizliği gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır. Tam da bu nedenle kentleşme politikaları her iki dönemde de yaşanan bu olumsuzlukları yumuşatacak şekilde kullanılmış; kentsel dönüşüm yaklaşımı fiziksel ve toplumsal sorunları çözmekten ziyade, oluşan rantlardan kent yoksullarının ve küçük üreticinin de faydalandığı bir politika olarak benimsenmiştir. Oluşan ranttan pay dağıtma yaklaşımı aslında Türkiye ekonomisinin yaşadığı yapısal bir probleme işaret etmektedir. Şöyle ki Türkiye ekonomisi kaynak yaratma problemiyle karşı karşıyadır. Bu  problem, 1990’larda özelleştirmelerle çözülmeye çalışılırken, günümüzde buna ek olarak inşaat ve gayrimenkul yatırımları da bu soruna çözüm olarak görülmektedir. [6]

Reel üretimden gittikçe kopmaya başlayan Türkiye ekonomisi finans piyasalarına daha bağımlı hale gelmiş ve ekonomik olarak kırılgan bir yapıya kavuşmuştur. En temel ihtiyaçlarını bile üretemeyecek konuma gelen bir ekonominin ihtiyaç duyduğu kaynağa kentsel politikalarla ulaşma çabası, kamu arazilerinin satışı veya imara açılması şeklinde gündeme gelmekte ve kentsel dönüşüm en temel ekonomik faaliyet olarak benimsenmektedir. Ne var ki bu mantaliteyle ele alınan kentsel dönüşüm, bırakalım var olan problemleri hafifletmeyi, bunlara yenilerini ekleyerek kenti daha da içinden çıkılmaz bir problem yumağı haline getirmektedir.

Kısacası; 2000’ler Türkiyesi’nde kentsel politika alanını ilgilendiren yasal düzenlemelerin esnetilmesi ve kuralsızlığın kural haline getirilerek inşaat yatırımları önünde duran bütün engellerin bertaraf edilmesi hükümetin belirleyici politikası haline gelmiştir. 6306 sayılı kanuna ait yönetmelikte yaşanan son değişikliği de bu perspektiften okuyabilmemiz mümkün. Yönetmelik maddelerinde yapılan değişikliklerle daralan inşaat piyasasının yeniden hızlandırılmak istendiği ve riskli alan ilanında Bakanlar Kurulu’nun yetkilerinin genişletildiğinden yola çıkarak diyebiliriz ki, kamuoyundaki meşruiyetini yaklaşan deprem riskinden alan kentsel dönüşüm politikası, aslında bambaşka bir güdüyle İstanbul’un geleceğine şekil vermeye devam edecek gibi görünüyor.

Dipnotlar:

[1] “İstanbul’da İlan Edilen Riskli Alanlar Dağılım Haritası”, http://www.csb.gov.tr/iller/istanbulakdm/index.php?Sayfa=sayfa&Tur=webmenu&Id=10561 (Erişim Tarihi: 08.11.2016)

[2] M.C. Yalçıntan, Ç.O. Çalışkan, K. Çılgın, U. Dündar, “İstanbul Dönüşüm Coğrafyası”, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar, Hazırlayanlar: Ayfer Bartu Candan ve Cenk Özbay, İstanbul: Metis Yayınları, 2014.

[3] Osman Balaban, “Neoliberal Yeniden Yapılandırmanın Türkiye Kentleşmesine Bir Diğer Armağanı: Kentsel Dönüşümde Güncelin Gerisinde Kalmak”, İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali içinde, Derleyenler: Ayşe Çavdar ve Pelin Tan, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2013.

[4] Yalçıntan ve diğerleri, A.g.e.

[5] Binnur Öktem, “Küresel Kent Söyleminin Kentsel Mekânı Dönüştürmedeki Rolü: Büyükdere-Maslak Aksı”, İstanbul’da Kentsel Ayrışma – Mekânsal Dönüşümde Farklı Boyutlar içinde, Yay. Haz: Hatice Kurtuluş, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2005.

[6] Balaban, A.g.e.

Top