Marisa Mandabach (Çeviri: Öykü Gürpınar)
İstanbul Piyale Paşa Camii bahçesinde, nane ve papatya kokuları ve Türkçe pop müzik ezgileri arasında, lastik bostan ayakkabıları giymiş iki kadınla konuşuyoruz. Bu bostan, on altıncı yüzyıldan beri yerel pazarlara ürün yetiştiriyor, fakat bir aydan kısa bir süre içerisinde, Kasımpaşa mahallesindeki bir dönüşüm projesi sebebiyle yıkılacak. Bostancılara söylenen, buranın bir otoparka dönüştürüleceği.
Türkiye, muazzam bir inşaat patlamasının göbeğinde. Neredeyse tüm mahallelerde, mahalle sakinleri yerlerinden ediliyor ve mahalle yıkılarak belediyenin ya da özel girişimlerin geliştirmesi için boş alanlar haline getiriliyor. Gezi parkının bir alışveriş merkezine dönüştürülmesi planına karşı 2013’te gerçekleşen protestolar ve bu protestoların karşılaştığı polis şiddeti (ki yedi protestocu hayatını kaybetmiş, sekiz binden fazla insan yaralanmış ve on dört kişi gözünü kaybetmişti) uluslararası medyanın dikkatini çekmiş ve AVM projesi başarılı bir şekilde durdurulmuştu. Fakat yine de agresif dönüşüm devam ediyor; geçen yıl itibariyle İstanbul’da en az otuz iki yeni AVM projesi planlandı.
Ağustos 2013’te, Gezi protestoları yavaş yavaş sona ererken, eski surların dibindeki emekçi mahallesi Yedikule’de görece daha küçük, daha az gündemleşen bir direniş patlak verdi. Yedikule, İstanbul’un artık yok olmaya yüz tutan bahçelerinden birine ev sahipliği yapıyor.
Bostanlar Osmanlı döneminde yeraltı suyunu çeken taş kuyular etrafında yapılmaktaydı. Bunlar aristokratik zevk bahçeleri değildi, daha çok verimli bir şekilde planlanmış, oldukça üretken tarlalardı ve İstanbul’un pazarlarına ürün sağlamak ya da İstanbul nüfusunu beslemek açısından yirminci yüzyıla kadar önemli bir rol oynamışlardı. Bostanlar şehrin içerisinde önemli bir toprak parçasını kaplar ve tarihsel olarak Balkanlar’dan gelen muhacir çiftçiler, günümüzde ise Karadeniz’den gelen göçmenler tarafından işlenmekteydi.
İstanbul’un bostanları, bugünden bakıldığında anlaşılması güç bir paradigma ortaya koyuyor: Emekçi, profesyonel çiftçiler, şehrin kalbinde kendi emeklerinin gereğini yerine getiriyorlar. Bu bostanlar, II. Dünya Savaşı itibariyle kaybolmaya başlamışken, önümüzdeki on yıl içerisinde geriye kalan bir avuç bostanın tamamen yok olması söz konusu.
Piyale Paşa Camii 1565-1573 arasında inşa edilmiş ve inşası ile görevlendirilen Osmanlı amiralinin adını almış. Camii hakkındaki bağış kararnamesi, inşa edildiği araziyi meyve ağaçlarının bulunduğu bir bostan olarak tanımlıyor; bu da bostanın aslında camiden daha eski olduğunu gözler önüne seriyor.
Osmanlı döneminde camileri bostanlarla birlikte inşa etmek yaygın bir uygulamaydı; fakat şimdi Piyale Paşa böyle bir uygulamanın İstanbul’da kalan son örneği haline geldi. Cami, eskiden İstanbul’un kuzey tepelerini kat ederek Haliç’e kadar inen Kasımpaşa Deresi’nin bulunduğu vadide konumlanıyor. Vadideki yeraltı suları taş kuyularda toplanıyordu, bu kuyular halen bostancıların ana sulama kaynağı olarak işlev görüyor. Kasımpaşa Deresi 1980’lerde üzerinden geçirilen ve artık sadece arabaların aktığı bir çevreyolu ile ikame edildi. Şimdi de bostan yok edilecek, kuyular betonla dolduruluyor.
Piyale Paşa bostanı, caminin doğu tarafında, bir yanı abdest almak için kullanılan çeşmelerle sınırlandırılmış çukur bir arazide yer alıyor. Vadi içinde vadi gibi, bir futbol sahasından bir nebze daha küçük. Bostana giden merdivenleri inerken, trafik gürültüsü azalıyor. Sıra sıra dizilen dikdörtgen ekim yatakları, suyun bu yataklara ulaşması için bostancılar tarafından kazılan yollar ile birbirinden ayrılıyor.
Ekilen yataklarda şaşırtıcı bir çeşitlilikte yeşillikler bulunuyor: nane, maydanoz, karalahana, semizotu, kıvırcık, kuzukulağı… Vahşi ısırganotları ve ebegümeciler köşelerde büyüyor, tıpkı diğer yenilebilir otlar gibi: Dereotu, papatya ve kara pazı …
Bostancılar bilinçli olarak bazı bitkilerin, mesela soğanların, vahşice büyümesine de izin veriyor ve böylece tohumlarını biçebiliyorlar. Çeperlerde bir düzine kadar ağaç yetişiyor: Kiraz, nar, dut, erik, şeftali, ayva, akasya ve ceviz. Bostanın kalbinde ise incir ağaçlarından ufak bir çalılığın altında gizlenen kuyu var, bostancılar da burayı dinlendikleri ve kasalarını depoladıkları bir gölgelik olarak kullanıyorlar.
Bostan, altmışlı yaşlarının başındaki Cemile ve Mehmet Özan tarafından kiralanmış. Özan çifti, Karadeniz’deki Şenpazar köyünden mevsimlik işçi olarak bostanlarda çalışmak ve kendi ürünlerini satmak için aralıklarla İstanbul’a geliyorlarmış. İki oğulları, gelinleri ve diğer akrabalarıyla on beş yıl önce İstanbul’a yerleşmişler ve bostanda tam zamanlı çalışmaya başlamışlar. Bostanda, üzüm bağlarının altındaki bir ahşap kulübede yaşıyorlar.
Özan ailesinin müşterileri çoğunlukla Kasımpaşa mahallesinden geliyor, burası emekçi ve muhafazakar kesimin bulunduğu bir yerleşim. Recep Tayyip Erdoğan da burada doğmuş ve mahalle sakinleri büyük oranda onu destekliyor.
Geçtiğimiz sene, bu arazinin sahibi olan üç Arnavut kardeş, bostanın bulunduğu alanı belediyeye satmış. Özan ailesi kiralarını ödemeye çalıştıklarında belediye kabul etmemiş ve onlara ödemeyi bırakmalarını söylemiş. Fakat geçen ay, belediyeden bostanı ziyarete gelen delegeler onlara araziyi terk etmek için bir ayları olduğunu söylemiş: Artık kira ödemediklerinden, işgalci konumuna düştükleri belirtilmiş.
Özan ailesinin yaşadıkları – muğlak dönüşüm planları, kamulaştırma ve tahliye – yok edilen ve pahalı sitelerle ikame edilen diğer bostanlarda yaşananlarla oldukça benzeşiyor. Temmuz 2013’te, belediyeden gelen buldozerler Yedikule bostanlarına girerek araziyi düzlemeye başlamış, bostancılar da telaş içerisinde koşturarak ekinlerini toplamaya çalışmışlardı.
Harvard profesörü ve İstanbul sakini Cemal Kafadar gibi aktivistler, bostancılarla dayanışmak adına bir kampanya örgütlediler, bostanların Osmanlı tarımsal tarihiyle yaşayan ilişkisine dikkat çektiler. Gezi protestolarının başarısıyla güç almış olan aktivistler, buldozerleri geri çektirmeyi başarsalar da iki bostan tamamen yok edilmiş ve biri de büyük ölçüde tahrip edilmişti.
İronik bir şekilde, bostanların yerine bir kamusal park yapılacağını öne süren hükumet Yedikule protestolarına karşı çıktı. Muhteşem bir yeni “yeşil alan”ın çığırtkanlığını yaparak, Gezi protestolarının taleplerini tekrarladı; fakat bu durum taleplerin kentsel kalkınma retoriği ile uyumlulaştırılmasını da beraberinde getirdi. Yedikule Mahallesi, tehlikeli alan olarak ilan edildi ve kalkınmaya ihtiyaç duyduğu vurgulandı; göçmen emeğiyle işlenen bostanlar ise modası geçmiş ya da utanç verici olarak damgalandı.
Koruma için benimsenen yeni söylem, bostancıların şu anki yaşamı için bir savunma anlamına gelmeyebiliyor. Yedikule bostanlarının tarihsel değeri üzerinden savunulması, özellikle de UNESCO tarafından dünya miras listesine alınan Theodosius surlarının dibinde olduğu düşünüldüğünde, aslında alanı soylulaştırmaya karşı korunmasız hale getirdi. Geçtiğimiz on yıl içerisinde, genellikle de kentin önemli simgesi olan surları koruma bahanesiyle, pek çok emekçi mahallesi yıkıldı.
Yıkımlar 2006’da başladı, bu dönemde yapılan yasal değişiklikle tarihi alanlarda ya da riskli addedilen bölgelerde acil kamulaştırma konusunda hükumete geniş yetkiler verildi. Takip eden sene, Romanların yaşadığı sur dibindeki Sulukule mahallesi buldozerlerle yıkıldı ve bir kapalı siteyle ikame edildi. “Geliştirilmesi” için göz dikilen son alan ise Yedikule yakınındaki emekçi mahallesi Mevlanakapı, buranın sakinleri 2014 yılında tahliye bildirimlerini almaya başladırlar. Yedikule’nin ise kamusal bir parka çevrileceği söyleniyor hükumet tarafından.
Benzer şekilde, Kasımpaşa mahallesindeki Piyale Paşa bostanını yıkacak olan kalkınma planı da bir park yapılmasını öngörüyor. Çevreyolunun hemen karşısına, “Piyalepaşa İstanbul” adı verilen 800 milyon dolarlık bir kalkınma projesi planlanıyor; bu proje gerçekleşirse Hacı-Hüsrev’deki emekçi mahallesini ortadan kaldırarak yaklaşık yüzde 48’i “yeşil alan”a dönüştürülecek.
Doğa, saflığın, enerjinin, refahın ve ekolojik bilincin belirteci olarak, insanlar için kendi hayatlarını sürdürmenin bir aygıtı olduğu kadar, pazarlamanın da güçlü bir aracıdır. Bu sebeple mimari projelerde ve kalkınma planlarında giderek artan araçsal bir rol üstlenmektedir. Bunun güncel bir örneği Bosco Verticale, yani “dikey orman” adıyla Milano’da inşa edilen ve balkonlarında toplam 2,5 akre (10.117,5 metrekare) orman barındıracak olan, iki apartman bloğundan mütevellit bir gökdelen projesidir. (Bu proje 2014 Uluslararası Yüksek Yapı Ödülü almıştır)
Bir diğer örnek ise dikey bahçeler – ya da yaşayan/yeşil duvarlar – olarak bilinen ve ilk örnekleri 1980’lerin sonlarında Patrick Blanc tarafından pazarlanan, artık havaalanlarından (Edmonton, Singapur, Bombay) ofis binalarına ve alışveriş merkezlerine dünyanın her yerindeki mimari projelerde yer edinen yeşil alan uygulamalarıdır. Avrupa’nın en büyük dikey bahçesini barındıran National Grid enerji firmasının İngiltere Warwick’teki şubesi, geçtiğimiz Haziran ayında tamamlanmıştı. İstanbul’da da, şehri güneyindeki banliyölere bağlayan E5 karayolu boyunca bir yeşil duvar inşa ediliyor.
Dolayısıyla doğa, artık sadece tüketilmekle kalmıyor, müşterilerin memnuniyetini arttıran estetik bir meta olarak da üretiliyor.
Ormanlar gökdelenlerle birleşir ve AVM’lerin dış cepheleri “sulanırken”, görünen o ki kentsel tarımcılığa da bir geri dönüş yaşanıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, kentsel tarımcılık hiçbir zaman tam olarak kaybolmamıştı. Geç yirminci yüzyıla kadar tarımı katı bir şekilde kırsal bir fenomen olarak gören yaklaşım yerleşik değildi: Kentliler, özellikle de savaş dönemi ya da ekonomik kriz dönemlerinde, kendi yiyeceğini yetiştirmekteydi. Detroit’in yoksullaştırılmış sakinlerine, 1893 yılında vali Hazen Pingree tarafından kendi bahçelerinde sebze yetiştirmeleri konusunda talimat verilmişti; bu bahçelere “Pingree’nin Patates Tarlaları” deniyordu. Woodrow Wilson, I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalılara kendi yiyeceklerini üretmelerini salık vermekteydi. II. Dünya Savaşında ise Paris kendi yurttaşlarına yiyecek tedarik etme sıkıntısındayken, Louvre’un hemen dışında büyük miktarlarda pırasalar yetişiyordu.
Bununla birlikte, bugün kentsel bahçeciliğe yönelik hevesi belirleyen etken, kısmen de olsa, temel gıda maddelerini sağlamaktan ziyade, müşterilerin endüstriyel tarımın çevresel sonuçlarına ve işgücüne yönelik tepkisi oldu. Bugün yeni kentsel bahçelerin büyük çoğunluğu kişisel keyif ve beslenme amacıyla kuruluyor.
Ek olarak, kentsel bahçelerin kendi modasını yaratan bir tarafı da var; zira kapitalizmin zıttı olarak görülen doğa, masumiyetini ortaya koyuyor. Meyve ve sebzeler Instagram’da fetişleştiriliyor: Dilimlenmiş bir soğan, eşmerkezli halkalarıyla birlikte fotoğraflandığında doğanın eşsiz düzenini çağrıştırıyor. Evlerin avlularındaki butik sebze bahçeleri, bir cennet bahçesi illüzyonu yaratıyor; böyle bir yerde doğa ve ticaret ayrı varlıklar haline geliyor ve gerekli zaman ve mekanı ayırabilecek olanların kendisini “erdemli tüketmeyenler” olarak ilan etmesine izin veriyor.
Ayrıca, sermayenin yoğunlaştığı ve rantın sabitlenmediği büyük kentlerde, yeni “yeşil alanlar” ile soylulaştırma arasında karşılıklı bir ilişki filizleniyor. Çatı bahçeleri multi-milyon dolarlık bir sektör haline gelirken, vergi indirimleriyle yaygınlaşması teşvik ediliyor ve çatıların kendisi bile giderayak özelleştirilmeye, erişimi kısıtlanmaya başlıyor.
Soylulaştırmanın yeşile boyanmış hali, Detroit’te kendi mantıksal sonucuna erişiyor; burada tarımcılık kentsel yıkıma bir çözüm olarak görülüyor. 2011’de, kentteki büyük araziler kamulaştırılarak Hantz’a satıldı; aslen bu şirket, fakir ev sahiplerinden arazi satın alarak evlerin yıkımını gerçekleştiriyor. Binlercesinin suyu kesilirken, görünen o ki Detroit’te para ağaçlarda yetişiyor.
Piyale Paşa bostanı muhtemelen kurtarılamayacak. Birkaç hafta önce bostanın etrafına çekilen metal bariyerler inşaatın başlamak üzere olduğunu haber veriyor. Geniş ölçekli aktivizmin ya da “Gezi tarzı” direnişlerin, Erdoğan’ın kalesi olan Kasımpaşa gibi bir bölgede destek bulması da oldukça zor.
Yedikule bostanlarında ise, çevredeki dramatik soylulaştırmanın devam ediyor olması halinde, bostanların olduğu gibi kalacağını söylemek güç. Muhtemelen bostanlar da parka dönüşecek ya da yeni sakinlerinin hobi bahçeleri haline gelecek. Zira “İlya’nın bostanının” başına gelen de tam olarak bu: Kırk yıl boyunca bostanı işleyen Yunan muhaciri İlya 1970’lerin sonunda ölünce, bir sonraki kiracı araziyi elinde tutamamıştı.
Yirmi yıldır, bu bostanın kaderini tayin etmek için müteahhitlerle mücadele sürüyor. Bu bahar, bostan hobi bahçesi olarak parsellendiğinde sorun çözülmüştü. Pek çok kişi bu sonucu kentsel bahçecilik açısından zafer olarak görüp kutlarken, yeni mini-bahçeler, bahçeciliğe hobi olarak bakan orta sınıf kentliler tarafından kiralanarak kullanılmaya başlandı. Fakat pek çoğu ihmal ediliyor ve tohuma kaçacak. Bu esnada, eski kiracı Karadenizli göçmen, hemen bostanın yakınında ithal ettiği meyve ve sebzeleri satarak düşük bir gelir elde ediyor.
İstanbul’un bostanları kentsel bahçecilik için alternatif bir model sunuyor: Küçük çiftçi için geçim kaynağı ve yerel topluluk için de ürün ve ektikleri alanlar açısından göreli bir otonomi sunan bir model. Bahçelerin kentsel imgelemde fetiş objeleri haline gelmesiyle bu geçim kaynaklarının yok ediliyor oluşu ironik gelebilir – fakat bu durum neoliberal yeşil alanların yükselişiyle son derece uyumludur.
Kaynak: Müştereklerimiz