Kapsamadan Dirençliliğe: “Adil Kent”1 için Büyülü Sözcükler
Alain Musset
(Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu’nda (EHESS) çalışan Fransız Coğrafyacı)
Türkçesi: Meriç Kırmızı ve Ceyda Yılmazdoğan Aydın
Adil kent, kentsel alanlarla ilgili dile getirilen sosyoekonomik eşitsizlikler üzerine yeni düşünme tarzının özgün bir örneğidir. Ancak, kavramsal çerçevesi büyü olarak nitelendirilebilecek kısıtlı sayıdaki sözcüğe dayanır. İşin gerçeği, toplumun tüm kesimleri arasında bağlaşık bir uzlaşmayı amaçlamak, olsa olsa çağdaş bir kentin savaş alanındaki iş stratejilerini gizleyen neoliberal kamu politikalarının gelişmesine yol açar. Kent hakkının yeni bir yorumunu tasarlamak için, Henri Lefebvre’in devrimci vizyonu, başkan Rafael Correa’nın ilerici düşüncelerinin bir karışımını Habitat III’ün2 giriş belgesinde bulabilmeniz bundandır: “Ekvador, 2008’de yürürlüğe giren anayasasında doğanın haklarını tanıyan ilk ülkedir. Aynı zamanda kent hakkını, sağlıklı ve güvenli bir yaşam alanı (habitat) hakkını ve yeterli barınmaya erişimi de tanımıştır. BM-Habitat’ın Ekvador’da geliştirdiği etkinlikler, Anayasa ve insan haklarını yapılandıracak kamusal eylem için yol haritası niteliğindeki İyi Yaşamak için Ulusal Plan ile tümüyle uyumludur.”3
Bu nedenle adil kenti, olması gerektiği gibi, yeni eleştirel ufuklar arayışındaki akademik dünyanın doğrudan ya da dolaylı yardımıyla, bir araç olarak yönetip kullanan toplumsal grupların hizmetindeki bir söylence (mit) olarak değerlendirmeyi önemli buluyorum.
Bu çelişkili konuyla başa çıkmak için öncelikle, kentin hiçbir zaman adil olmadığını ve toplumsal ve mekansal eşitsizliklerin modern ya da post-modern kentin bir buluşu olmadığını göreceğiz. İkinci olarak, neoliberal ekonomik ve kentsel modelin gelişmesiyle doğrudan ilişkili olan adil bir kent düşüncesinin hem belirsiz hem de yanıltıcı bir kavram olduğunu göreceğiz. Bunu, çelişkili olarak görünüşte, neoliberal kentin adaletsiz olmadığı izler, tersine. Sonuç olarak, bu sözde adil kentin nasıl kendini akademik ütopya ve kentsel pazarlamanın kesişim noktasında bulduğunu göreceğiz.
Kent Hiç Adil Olmadı
Çağdaş kentin parçalanması ile ilgili söylemin kalıcı özelliklerinden biri, kentsel alanların, ekonomik farklılıkların boyutlarını mekanda somutlaştıran özerk ve bağımsız birimlere bölünmesidir. Peter Marcuse (1995) kimi zaman duvarlarla çevrili ve kendi aralarında hiyerarşik temelli, güç ilişkilerine bağlı olarak etkileşim kuran, iyi tanımlanmış ve farklı alanlara bölünmüş olan postmodern kentleri anlatmak için, bölünmüş kentlerden (partitioned cities) söz ediyordu. Bu düşünceyi geliştiren yalnız Marcuse değildir; bunun izini, geçmişte Şikago Okulu’nun öncülerinin, bu Kuzey Amerika kentindeki insan toplulukları arasındaki ayrışma süreci ve ayrılmayı değerlendirmelerini sağlayan araçlar ve çözümleme yöntemleri oluşturmalarına dek sürebiliriz. Bununla birlikte, her ne kadar bu bölünmeleri (gözlemci ya da yaşayanların siyasi ya da etik bakış açılarından) ahlaki olarak adaletsiz bulsak da, bunlar modern batı toplumunun bir buluşu değildir. Gerçekte kent hiçbir zaman adil olmadı ve toplumsal gruplar arasındaki ayrışmalar da sorgulamamız gereken ikili yer ve zaman görüngesinde (perspektifinde) yer alırlar.
Mekansal Yakınlık ve Toplumsal Uzaklık: Bir Ölçek Sorunu
İlk görünge olan mekan, gerçekte toplumsal uzaklığı hiçbir zaman yok etmeyip, bunun tam tersini yapan bölgesel yakınlıkla, eşitsizlikler ve adaletsizliklerin gizlenebildiğini bize gösterir. Norbert Elias, Eski Rejim (Ancien Régime) toplumunda efendilerin hizmetçileri her zaman yabancı ve aşağı bir ırk olarak düşünmesine karşın onların gündelik olarak aynı yerde bulunabildiklerini anımsattığı, 1933 tarihli doktora tezi Saray Toplumu’nda bunu dile getirmiştir. Her yatak odasında bir ya da birkaç hizmetçilere ayrılmış olan alanın (antechamber) olduğu ev planlaması, müthiş bir toplumsal uzaklıkla birleştirilmiş mekansal yakınlığın, yani her iki toplumsal tabakanın sıkı bir biçimde ayrılmasının yanında, çok yakın ilişki kurmasının en iyi örneğidir (Elias, 1993: 26).
Saray toplumunun bu kötü düzenlemesi, bazı bakımlardan kent burjuvazisinden gelme ev sahiplerinin ev içindeki hizmetçilerine fiziksel ve simgesel olarak şiddet uyguladığı birçok Latin Amerika ülkesinde hala geçerlidir.
Benzer olarak, Jean-Claude Chamboredon ve Madeline Lemaire (1970), 1960-1970 yılların Fransa’sındaki değişik toplumsal grupları toplu konutlarda bir araya getireceğini varsayan ütopyacı düşüncenin ürünü olan HLM (düşük kiralı sosyal konutlar) kentlerini güçlü bir biçimde eleştirmişlerdi. O zamanlar, işçilerin, zanaatkarların, çalışanların ve hatta alt orta sınıftan yöneticilerin ailelerini bir araya getirince, günlük toplanma ve karşılıklı değiş tokuş pratikleri üzerine kurulu, toplumsal ve kültürel bir karışım aracılığıyla, “sınıfsız” yeni bir toplum oluşturulabileceğine inanılıyordu. Gerçekte ise, dayatmacı mekansal yakınlık, toplumsal yakınlığı özendirmeye yetmediği için, proje bütünüyle başarısızlığa uğradı. Toplumbilimcilerin bu toplu konutlarda yaptıkları çalışmalar sayesinde anlıyoruz ki, emekçiler barınaklarını daha üst sınıflarla paylaşmaktan çok hoşnut olsalar da, küçük burjuvazi bu yakınlıktan yakınıyor ve kendisini değer verilmemiş, hatta yerinden edilmiş görüyordu. Onlara göre, bu düzen “adaletsiz”di. Bütün bu gerekçelerle, adil kent kavramını, konunun zaman boyutunu ve Fernand Braudel’in (1990) şu anki durumlara bir anlam verebilmek için ortaya attığı, uzun dönemli kavramını göz önünde bulundurmadan, çözümleyip tartışamayız.
Adil Kent: Belirsiz ve Yanıltıcı bir Kavram
Bogota’nın 2001’de ikinci kez seçilen tartışmalı Belediye Başkanı Antanas Mockus, on yıllarca süren iç savaşın yıktığı bir ülkede barışı sağlamak için adil bir kent yaratmanın gereğine vurgu yaptı. Yenilikçi (reformcu) lider, “Herkesin aynı tarafta yaşamasından yana olan Bogota” (Bogotá para vivir todos del mismo lado) sloganlı, 2001-2004 Bogota için Ekonomik ve Toplumsal Kalkınma ve Kamu Çalışmaları Planı‘nda, “Kalkınma planının amacı, ortaklaşa (kolektif olarak) yapılan, kapsayıcı ve adil bir kente doğru ilerlemektir”4 diye belirtti. Ancak, bu yeni kalkınma planı, söylemsel yeniliğine karşın, yalnızca kentsel düşüncenin küresel halkalarında yaygın olan düşünceleri yeniden çevrime sokuyordu.
Gerçekte, Johannes Novy ve Margit Mayer (2009), adil kentin, Marksist bir kavram sayılan eşitlik kavramını az çok belirgin bir biçimde silme amacıyla, neoliberal kentsel politikaları desteklemek ve kolaylaştırmak için Kuzey Amerika’nın yarattığı bir buluş olduğunu gösterdi. Bu nedenle, John Rawls’un (1987) çalışmalarından bu yana eşitliğin yerine hakkaniyetin (equity) geçmesi gerektiği olgusu yaygın olarak kabul görür. Hakkaniyetin eşitliğin tersine, adaletli olduğu düşünülür. Gerçekten de kişisel yetenekleri aynı olmayan ve topluluğa değişik biçimlerde katkıda bulunan bireylere eşit davrandığınızda, en parlak, yarışmacı ve verimli insanlar zarar görmüş olur (Musset, 2010).
Bununla birlikte, Rawls’un (2010) eşitlik karşısında hakkaniyetin üstünlüğünü haklı çıkarmak için ortaya attığı “doğuştan gelen yetenekler” kavramının ta kendisini eleştirmeliyiz. Bir toplum, kültüre bağlı olarak ve belirli bir zamanda her kültürde, yararlı görünen yetenekleri seçme eğilimindedir; toplumun her üyesi de bu yetenekleri bireysel olarak kendi yararı için ve toplu gereksinime göre geliştirebilmeli ya da geliştirmelidir. Bu durumda gerçek eşitlik (ya da tüm bireylere eşit davranmak), herkesin (toplumsal olarak belirlenmiş) kişisel yeteneklerinin yanı sıra ortak proje içerisindeki çaba ve katılımını topluluğun tanıması biçiminde olmalıdır. Ancak, hakkaniyet düşüncesini aşılmaz görerek, tam da eşitlik düşüncesini reddeden neoliberal kapitalizmin ideolojik çerçevesini doğrudan ya da dolaylı olarak kabul etmiş oluruz.
Bir Kültür Ürünü Olarak Adaletsizlik
Bu bakış açısına göre sorun, (ayrı kültürel geçmişlerden kaynaklanan) hem bireysel, hem toplu algıların göreliliği ile ilgilidir ve sosyoekonomik ölçütlerin evrenselliğini sorgulatır. Ancak, John Rawls’un eski öğrencisi Amartya Sen’in Adalet Düşüncesi adlı kitabında incelediği gibi toplumsal adalet düşüncesinin kendisi tam da bu evrensellik üzerine kurulmak zorundadır ya da kurulmalıdır (Sen, 2009).
Dahası toplum çerçevesinde adaletsizlik algısı, kişilerin yaş, cinsiyet ve toplumsal konumlarına bağlıdır. “Adil” kent, zaten her üye bir topluluğa ait olduğu için, yeteneklerin geliştirilmesine izin vermeyen ve kişisel ya da toplu gereksinimlere karşılık gelmeyen kent gibi ele alınarak, adaletsizlik duygusunun gözlemcinin bakış açısı ve gözlemlenen birey ya da gruplara bağlı olduğu söylenebilir. Çelişkili bir biçimde, en korunmasız insanlar ya da baskıcı bir düzenin kurbanlarıymış gibi görünen insanlar bile adaletsiz bulabileceğimiz bir durumdan yakınmayabilirler.
Bunu siyasi bilincin eksikliği ile açıklayabiliriz, çünkü düzenin kurbanı olduğu varsayılan kişi, belli başlı kentsel kaynaklara erişemediği olgusunu tek başına adaletsiz olarak algılamaz. Ancak, biz de kendi yöntemsel yorumlama ve çözümleme çerçevemizi sorgulayabiliriz: adil kenti algılamanın başka bir yolu olarak, doğrudan bireyle ve bireyin gereksinimlerini karşılamakla değil de, toplulukla ve onun varlığının tanınmasıyla bağlantılı olan bir algı. Nancy Fraser’in “Toplumsal Adalet Nedir? Tanıma ve Dağıtım” (Fraser, 2005) adlı kitabında incelediği konudur bu. En yoksul insanlar bile yoksulluklarını açıklamak için kendilerini bir yabancılaşma durumuna sokarak, egemen söylemi benimsediklerinde adalet sorunu daha da acil olur.
İnsanlar en utanmazca olan eşitsizlikleri kabul ediyorlar, çünkü varsıl ve yoksul arasında doğa ya da tanrı yasası nedeniyle bölünmüş olan bir dünyada bu eşitsizlikleri normal (ve adil) buluyorlar.
Neoliberal Kent ve Onun Yoksul İnsanları
Bu durumda zorluk, eşitsizlikleri ölçmek olanaklıyken, adaletsizlik için bunun böyle olmamasından kaynaklanır. Nicel ekonomiden daha çok, toplum psikolojisi ile ilgili olan hoşgörü eşiğini sahada ölçmek olanaklı değildir (Musset, 2010).
O halde, kentin yoksul insanları gerçekte kimlerdir? Bugünlerde yoksulluk yerine yoksulluklardan söz etmek oldukça moda. Bu, dolaylı olarak, yoksulluğu bir düzen olarak düşünmek yerine, yalıtılmış özne ve nesneleri ayrım ölçütü olarak kullanarak, toplumsal sınıfları yatay olarak bölme ve kesimlemenin bir yoludur. Örneğin mali yoksulluk, enerji yoksulluğu, beslenme yoksulluğu, yetenek yoksulluğu gibi (Amartya Sen’e göre, bu kişinin yatkınlık ve becerilerini geliştirme ya da toplumda nasıl hareket edeceğini seçme olanağı demektir). Böylece neoliberal kent teknokratlarına ve onların akademik destekçilerine göre, (dikey bölünmelere karşılık gelen çeşitli ekonomik düzeyler ile birlikte) artık, tek bir yoksul sınıf yoktur. Onun yerine (yeni toplumsal politikaların yaratılması ve hedeflenmesini sağlayan daha az çatışmalı yatay bölünmelerle) birçok yoksul insan topluluğu vardır.
Neoliberal yönerge ve formüller üzerine kurulu bu yeni toplumsal politikalar, Şartlı Nakit Transferi (Conditional Cash Transfer – CCT) programlarıyla doruğa ulaştı. Bu programlar, sanki yoksulluk toplumsal, ekonomik ve kültürel bir düzenin ürünü (eşzamanlı yataylık) değil de, anne babalardan çocuklara aktarılan bir genetik hastalıkmış (art zamanlı dikeylik) gibi, yoksulluğun kuşaktan kuşağa aktarılmasını durdurarak onu yok edeceklerini ileri sürdüler. Nasıl ki adil kent söylencesi kapitalizmin arafında insani bir yüzle doğduysa, CCT’ler (Brezilya’da Bolsa Familia, Meksika’da Oportunidades, vb.) de Enrique Valencia’nın (2008) çalışmalarında gösterdiği gibi siyasal ve ekonomik bir yanılsamadır.
Yoksullukların sözde çeşitliliğini düşünen bu programlar, yardımı en yoksul hane halkı olduğu düşünülen ailelere odaklamakla kalmayıp (buna karşılık aileler de rehber acente ile bir sözleşme imzaladıkları için yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadırlar), aynı zamanda sağlık, eğitim, yiyecek ve enerji gibi belirli terimler üzerinden çalışırlar. Anne babalar salt kapitalist bir mantık izleyerek, ekonomik yardımlarını çocuklarının “insan sermayesi”ne yatırmak zorunda hissederler.
Devletin kendisini insanlara adamayı reddetmesine dayanan neoliberal mantık ve “korunmasız” toplumsal grupların güçlendirilmesi (empowerment) inancı, BM-Habitat’ın desteklediği gecekondu mahallelerini iyileştirme politikalarının (Challenge of Slums) bölgeselleştirilmesine de evrildi. Örneğin PROMEBA (Yoksul Semtleri İyileştirme Programı) öncelikli olarak, buralarda oturanların toplumsal ve mekansal katılımını özendirmek için, yasadışı ev yerleşimlerini düzenlemeyi amaçlar. Program koordinatörleri, neoliberalizm sözlüğünün başka bir büyülü sözcüğü olan “kapsama”yı (inclusion) kullanarak yalnızca egemen söylemi benimserler ve sözde kapsamanın yalnızca, en yoksul olanların eşitliksiz kent pazarı düzenine mülkiyet tapusu sayesinde eklemlenebileceği anlamına geldiğini ayırt etmezler.
Bununla birlikte, (bu tür başka projeler arasında) Rio de Janeiro’da Favela Bairro ya da Campo dos Goytacazes’te Morar Feliz örneklerinde olduğu gibi, Arjantin’de PROMEBA da neoliberal kenti hiçbir zaman daha adil yapamaz, çünkü yoksulluğu akıntıya karşı yok etmek yerine, yalnızca aşağı yönde azaltmayı ve daha katlanılabilir kılmayı amaçlar. Bu programlar bazı bakımlardan John Rawls’un (1987) detaylandırdığı “maksimin” ilkesinin en sinik yansımasıdırlar. Bu ilkeye göre toplumsal eşitsizlikler en yoksun insanların yazgısında bir iyileştirmeye katkıda bulundukları sürece kabul edilebilirdirler.
Neoliberal Kent Adil Bir Kenttir
Henri Lefebvre’in (1968) ileri sürdüğü gibi, kent bir toplum oluşturmaz, tam tersine. Bir ideolojinin özeti ve fiziksel anlatımı olarak kent, bir alanda (mimari biçimlerde) tarihin belirli bir zamanında egemen olan toplumsal grubun düşünce, kural ve önyargılarını dramatize eder ve dayatır. Gerçekte birtakım ideolojiler zaman geçip, siyasal düzenler gelip gittikçe kent arazisi üzerinde üst üste binerler. Kent geçmiş kültürlerin kentte tortullaşmasının biçimlendirdiği, ideolojik bir yeniden yazılmış parşömen (palimpsest) gibidir yalnızca. Kent biçimleri üzerinde eylemde bulunarak toplumsal adaletsizlikleri yok edebileceğimizi düşünmek başlıca yanılgıdır. Metaforik olarak, bu biçimde davranmak, bir aynayı üzerinde yansıyan yüzün kırışıklıklarını silmek için boyamaya benzer. Oysa ki adaletsiz bir toplum, her zaman adaletsiz kentler üretir.
Kenti, Karl Polanyi’nin (2009) ekonomiyi düşündüğü gibi, bağımsız, özerk ve “özselleştirilmiş” (essentialized) bir yapı olarak değil de, toplumsal ve kültürel bir düzene gömülü bir düzen olarak düşünmeliyiz. Bunun devamında adaleti yalnızca bir değer yargısı olarak düşünürsek, o zaman neoliberal kent de ona karşılık gelen toplumsal, ekonomik ve kültürel düzenin sınırları içinde adildir.
Buna göre, “herkesin mali yeterliklerine ve toplumsal sermayesine göre bir yeri vardır,” deyişi yalnızca çağdaş neoliberal kentte değil, aynı zamanda Eski Rejim’in (Ancien Régime) kentlerinde de kent alanı düzenlemesinin adil bir biçimini tanımlar. Toplumsal eşitsizlikler (ki bireyin ve grupların kendi değerlerinin doğal bir sonucu olarak görülürler) alanların sınıfçı düzenlemesine açıkça yansırlar (Mazzei de Grazia ve Pacheco Silva, 1985).
Serbest pazarın savunucuları, pazar değerinin kullanım değerinden yüksek olduğu çağdaş kapitalist kentlerde değerli kent merkezlerinde yer alan gecekondu mahallelerini, yasadışı ev yerleşimlerini, yitik kentleri ya da favelaları anormal ya da haksız olarak değerlendirebilirler. Gerçekten de düşük gelirli insanlar bu yerleri işgal ederler ve bunun için ödedikleri bedel kent toprağının olası (potansiyel) bedeline denk gelmez (Saglio-Yatzimirsky ve Landy, 2014).
Şu anda Kuzey ve Güney ülkelerinin dışlanmış (marjinalleştirilmiş) mahallelerindeki yenileme politikalarının birçoğunun, buralardan yaşayanları kovmaya ve bu “yitik” alanları yeni kent ekonomisinin kârlı kanalına katmaya yönelik gizli bir gündemleri vardır. Bu amaçla bir dizi sözcük kullanırlar: hakkaniyet (equity), dirençlilik (resilience), dayanıklılık (durability), katılım (participation), kapsama (inclusion) ve yenilik (innovation). Gerçekte, bugün ve yarının kenti sürdürülebilir olmanın yanı sıra, BM-Habitat’ın “Daha İyi Kent, Daha İyi Yaşam” (2013) başlıklı, dünya kent kampanyasının sunumunda belirttiği gibi, dirençli de olmalıdır. Şu uygulamalar kampanyanın ana konularına karşılık gelmektedir: dirençli kent, yeşil kent, güvenli ve sağlıklı kent, kapsayıcı kent, planlanmış kent ve üretici kent.5
Dirençlilik (resilience) sözcüğü artık toplum bilimlerinin hemen her dalında yaygın olarak kullanılmakta ve Dünya Kent Forumu (WUF) ve BM-Habitat gibi küresel kalkınma kuruluşlarının edimsel (performative) konuşmalarının içinde de yer almaktadır. Ancak dirençlilik daha çok, yanlış anlaşılmış ve belirsiz -zararlı demek yerine- bir kavramdır, çünkü “doğal” ya da endüstriyel risklerden korunmanın ve bu risklerin azaltılmasının, bölgesel planlama konusundaki kamu politikaları yerine, bir tehdit (olası risk) ya da felaket (olayın sonucu) ile başa çıkmak üzere birey ve toplumsal grupların içsel yeteneklerine dayandığını varsaymaya yol açar. Çelişkili olan şudur; yoksul ve dışlanmış olarak yaşayanların uyum sağlama ve direnç kapasitelerini destekleyip, dirençlilik yetkelerini artırmak, onların korunmasızlıklarını da arttırır.
31 Ekim 2015’te Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un ileri sürdüğü gibi, yeni bir büyülü sözcük olan “güvenlik” resmi konuşmalarda şimdi gitgide daha çok güç kazanıyor: “Dünya Kentler Günü nedeniyle üst düzey Birleşmiş Milletler görevlileri sürdürülebilir, toplumsal olarak bütünleşmiş ve gönençli kent ve insan yerleşimleri kurmada kentsel tasarımın anahtar rolüne vurgu yapıyorlar. İyi tasarım iklim değişikliğinin üstesinden gelinmesine yardımcı olabilir. Felaketlerin etkisini azaltır. Kentlerimizi daha güvenli, temiz, eşit ve birleştirici yapmaya yardımcı olabilir. Bu yıla ayrılan tema, ‘Birlikte Yaşamak üzere Tasarlanan’dır.”6
Bu değişik kavramlar (ki en azından toplumsal bilimlerde, herhangi bir bilimsel kavrama karşılık gelmezler) “adil” neoliberal kentin şu anki ideolojik çerçevesini biçimlendirirler. Medellin’deki 7. Dünya Kent Forumu’nun (WUF) sonuç bildirgesini imzalayan katılımcılara göre, “adil” neoliberal kent, “kentlerin herkes için kapsayıcı, güvenli, gönençli ve uyumlu yerlere dönüşmesini sağlamak için var olan tüm araç ve kaynakları kullanarak, kentsel hakkaniyeti kalkınma gündemine katma”yı (Yedinci Dünya Kent Forumu, 2014: 1) olanaklı kılar.
Sonuç: Akademik Ütopya ve Kentsel Pazarlama Arasındaki Adil Kent
Herhangi bir kentsel politikanın “hakkaniyeti”ni değerlendirirken kullanılan ölçütlerin, neredeyse evrensel bir görüş birliğine ulaşmayı başardıkları için sorgulanamaz ya da eleştirilemez hale geldiklerini düşünürsek, bu, normdan dogmaya aşama aşama nasıl geçebileceğimizin kanıtıdır. Hepimizin, daha kapsayıcı kentlerde, yoksul insanların yaşam koşullarını iyileştirmeyi istediğimizi ileri sürmek güç değildir. Ancak, artık yoksul insan istemediğimizi söylemek daha risklidir.
En mükemmel akademisyenler bile, kentsel (ve kırsal!) alanların yaratılması ve ele geçirilmesinin kapitalist süreçlerinde salt bir savaş alanı olan kente gerçek konumuna karşılık gelmeyen anahtar bir rol yükleyerek, bölgeselleştirilmiş (territorialized) ütopyanın (ki Thomas More’un adalete dayalı, ideal bir toplum kurmak için yarattığı ütopya sözcüğünün kökenini düşündüğümüzde çifte bir çelişki söz konusudur) tuzağına düşerler.
Peter Marcuse 2009’da yayımlanan bir metinde yalnızca adil kent değil, aynı zamanda iyi kent konusunda da diretir. “Adil kent, adaleti dağıtımla ilgili bir sorun olarak görür ve bir tür eşitliği amaçlar. Ancak, iyi bir kent basit anlamda dağıtımsal hakkaniyetin olduğu bir kent olmakla yetinmemeli, klasik bir formülleştirmeye uygun olarak söylersek, her bireyin ve bütün bireylerin tam olarak gelişmesini destekleyen bir kent olmalıdır” (Marcuse, 2009: 2).
Adil kent söylencesine doğrudan ya da dolaylı olarak gönderme yapan haber ya da kitapların başlıklarını, en az bilinenden Susan Fainstein’ın 2011’de yayımlanan Adil Kent’i gibi en ünlüsüne dek sonsuza kadar sıralayabiliriz. Latin Amerika Sosyal Bilimler Konseyi’nin Kentsel Kalkınma çalışma grubundaki araştırmacıların, Ekim 2008’de Utopías practicadas en ciudades de América Latina. Los nuevos rumbos del desarrollo (Latin Amerika Kentlerinde Uygulanan Ütopyalar: Kalkınmada Yeni Yönelimler) (CLASCO, 2008) başlıklı bir toplantı çerçevesinde adil kente göndermede bulunan bir ilkeler bildirgesi yayımlaması rastlantı değildir. Rawls ve Harvey’nin 40 yıldan uzun bir zaman önce başlattıkları tartışmaya uygun olan bu on önerinin, 20 yıldan uzun süredir neoliberal ideolojinin egemenliği altındaki dünyayı yeniden düşünmenin gereğine uygun olarak, yenilenmiş bir bakış açısı vardır.
Öyle bile olsa, adil kentle ilgili tüm bu akademik yazın, yukarıda sözü edilen iki güçlükle çarpışmaktadır: birincisi, adalet, sürdürülebilir bir ideolojik çerçeve oluşturmaya yardımcı olmak için fazlasıyla belirsiz ve değişebilir bir kavramdır; ikincisi, kent yalnızca, bir toplumca tarihin belirli bir anında hazırlanan egemenlik biçimlerinin fiziksel anlatımıdır. Peter Marcuse’un yukarıdaki metinde ileri sürdüğü şey budur:
“Mekansal adaletsizlikleri ortadan kaldırmanın gerekli bir bölümü, mekansal çarelerdir, ama bunlar tek başına yeterli değildir. Eğer mekansal adaletsizliklerin bir parçası olduğu toplumsal adaletsizlikler düzeltilecekse, güç ilişkilerinde ve kaynakların ve olanakların dağıtılmasında daha geniş değişimlerin üzerine eğilinmelidir” (Marcuse, 2009: 5).
Mekanın kapitalist üretim biçimleri üzerine gerçek anlamda eleştirel bir düşünceyi hiç özendirmemiş olan adil kentin siyasal olarak doğru (politically correct) sloganı, kentsel pazarlamanın bir kolu gibi görünmektedir. Küreselleşen metropollerin arasında yarış odaklı genel bağlamda, geleceğin kentleri yarışmacı, ama adil olacaktır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse, kentler yarışmacı olacaktır, çünkü yetkileri ve gereksinimleri oranında adildirler. Bu nedenle, adil kent gerçekte, sözcüğün tam anlamıyla bir söylencedir, yani toplumsal bir uygulamayı destekleyip, onu üretenlere haklılık kazandıran bir söylemin dayanağı olan, açıklayıcı bir anlatıdır.
Notlar
[1] Bu metnin ilk versiyonu Ekim 2015’te Bitacora Urbano Territorial dergisinin 25. sayısında “Neoliberal bir alan olarak adil kent söylencesi” başlığıyla yayımlandı.
[2] http://tinyurl.com/hb7nnhp
[3] http://unhabitat.org/ecuador/
[4] http://tinyurl.com/jzogyxd
[5] http://mirror.unhabitat.org/pmss/listItemDetails.aspx?publicationID=3497
[6] http://www.un.org/es/events/citiesday/2015/sgmessage.shtml
Kaynakça
Braudel, F. (1990). La Méditerranée au temps de Philippe II. Paris: Armand Colin.
Chamboredon, J. C., Lemaire M. (1970). Proximité spatiale et distance sociale. Les grands ensembles et leur peuplement. Revue française de sociologie, XI, 3-33.
CLACSO, 2008. Utopías practicadas en ciudades de América Latina. Los nuevos rumbos del desarrollo urbano. Erişim: http://web.ua.es/es/gie-cryal/documentos/otrosdocs/docs/declaracion-bsas.pdf
Elias, N. (1993). La société de cour. Paris: Flammarion.
Fainstein, S. (2011). The Just City (Adil Kent). Ithaca: Cornell University Press.
Fraser, N. (2005). Qu’est-ce que la justice sociale? Reconnaissance et redistribution. Paris: La Découverte.
INIDE, (2008). León en cifras. Managua: Instituto Nacional de Información de Desarrollo.
Lefebvre, H. (1968). Le droit à la ville. Paris: Anthropos.
Marcuse, P. (1995). Not chaos but walls: Potsmodernism and the partitioned city (Kaos değil, Duvarlar: Postmodernizm ve Bölünmüş Kent). Sophie Watson, Katherine Gibson (Ed.), Postmodern Cities and Spaces (Postmodern Kentler ve Yerler) içinde (s. 243-253). Oxford: Blackwell.
Marcuse, P. (2009). Spatial Justice: Derivative but Causal of Social Injustice (Toplumsal Adaletin Türevi, ama Nedeni de olan Uzamsal Adalet). Justice Spatiale/Spatial Justice (Uzamsal Adalet), 01. Erişim: http://www.jssj.org/wp-content/uploads/2012/12/JSSJ1-4en2.pdf
Mazzei De Grazia, L., Pacheco Silva, A. (1985). Historia del traslado de la ciudad de Concepción. Concepción: Universidad de Concepción.
Musset, A. (2009). ¿Geohistoria o geoficción? Ciudades vulnerables y justicia espacial. Medellin: Universidad de Antioquia.
Musset, A. (2010). Sociedad equitativa, ciudad justa y utopía. Alain Musset (Koord.), Ciudad, sociedad, justicia: un enfoque espacial y cultural içinde (s. 463-489). Mar del Plata: EUDEM.
Novy J., Mayer, M (2009). As “just” as it gets? The european cities in the “just city” discourse (Olduğu kadar “Adil”? “Adil Kent” Söyleminde Avrupa Kentleri). Peter Marcuse vd. (Ed.), Searching for the Just City. Debates in Urban Theory and Practice (Adil Kenti Ararken: Kent Kuramı ve Uygulamasında Tartışmalar) içinde (s. 103-119). New York: Routledge.
Polanyi, K. (2009). La grande transformation. Paris: Gallimard.
Rawls, J. (1987). Théorie de la justice. [Theory of Justice (Adalet Kuramı)]. Paris: Le Seuil.
Rawls, J. (2002). La justicia como equidad, una reformulación. Barselona: Paidos.
Saglio-Yatzimirsky, M. C., Landy, F. (2014). Mega-city Slums. Social exclusion, Space and Urban Policies in Brazil and India (Mega-kent Varoşları: Brezilya ve Hindistan’da Toplumsal Dışlanma, Uzam ve Kent Politikaları). Londra: Imperial Collage Press.
Sen, A. (2009). The Idea of Justice (Adalet Düşüncesi). Harvard: University Press.
Seventh World Urban Forum (Yedinci Dünya Kent Forumu), (2014). Medellín Declaration (Medellin Bildirgesi). Equity as a foundation of sustainable urban development (Sürdürülebilir Kent Kalkınmasının Temeli olarak Doğruluk). Erişim: http://wuf7. unhabitat.org/pdf/Declaration-Medellin_WUF7_ ENG.pdf
Valencia, E. (2008). Las transferencias monetarias condicionadas como política social en América Latina. Un balance: aportes, límites y debates. Annual Review of Sociology, 34, 499-524.
Özgün Metin: Musset, A. (2016). From Inclusion to Resilience: The Magic Words for a “Just City” (Kapsamadan Dirençliliğe: “Adil Kent”1 için Büyülü Sözcükler). Unveiling the Right to the City: Representations, Uses and Instrumentalization of the Right to the City (Kent Hakkını Deşifre Etmek: Kent Hakkının Temsilleri, Kullanımları ve Araçsallaştırılması) içinde (s. 52-61). The Passerelle Collection. Erişim: http://www.coredem.info/IMG/pdf/passerelle-droitville-en-okimpr.pdf