Sanayi sonrası kentlerin gitgide yaygınlaşan esnek çalışma ve gönüllülük ortamında, çoğu işi olduğu gibi sokak hayvanlarını koruma işini de gönüllülüğe dayalı bir yardımseverlik işi olarak algılayıp, gösteriyoruz. Bu konuya insanların ilgisini çekmek ve yardım etmelerini sağlamak için acıma duygusu uyandırmaya yönelik reklamlar hazırlayıp, yayımlıyoruz. Kent yaşamının genelini ilgilendiren, başa çıkılması güç, böylesine yaygın bir sorunu çözmek için, belediye hizmetlerinin dışında, insanların anlayışına sığınıyoruz. Sokak hayvanlarını birilerinin sahiplenmesini sağlayabildiğimiz ölçüde mutlu oluyoruz. İlk bakışta sağduyulu bir yaklaşım gibi geliyor.
Bu yazının savı ise farklı: Sokak hayvanlarını koruma, kollama, yaşatma gönüllü bir yardımseverlik işi değildir. Bir zorunluluktur. Bunun birçok gerekçesi var. Sokak hayvanlarının bakımlarını gönüllü, keyfi bir iş olarak tanımlamamızın arkasında onları, sözde doğaya egemen ve üstün insanoğlu karşısında ikinci sınıf varlıklar olarak değerlendirmemiz yatıyor. Aynı şeyi bitki ve ağaçlar için de söyleyebiliriz. Öncelikle bu özsever (narsisist) tavrımızdan vazgeçip, sokak hayvanlarının en az bizim kadar, hatta bizden daha çok (öyle ya, özellikle eski kuşaktan çoğumuz kente dışarıdan gelmişiz) o kentli, o mahalleli, o sokaklı, o sitenin o apartmanında doğup büyüyen canlılar olduklarını kabul etmeliyiz. Bunu gel de bizim apartmandaki bozuk Türkçeli, yaşlı teyzeme anlat… O apartman bahçesinde doğmuş ve orada yaşayan dört yavru kediyi beslemeye kalktığımda, “Burada besleme, alıştırıyorsun. Çok seviyorsan, evinde bak!” diyor.
Oysa, sokak hayvanlarına keyfi değil, düzenli bir iş gibi bakan kişiler zaten ellerinden geleni yapıp, bu iş için diğer işlerinden çaldıkları bir zaman, emek ve para harcıyorlar. Bireysel olarak, kentin bir sorunu olmasına karşın, kentin üyelerine eşit dağıtılmamış bir yükün altına giriyorlar. Kimi zaman iş hasta hayvanları tedavi ettirmeye kadar gelince, borca harca giriyorlar. Gönüllü evleri işbirliğinde düzenledikleri panayırlarla fon sağlamaya çalışıyorlar. Bu insanlar ev kadını, emekli, bankacı, uçak mühendisi, sosyolog, öğrenci, vb., ama en çok da kadınlar… Tüm kentin sorunu olan bir konunun gönüllülük adı altında birkaç özverili insanın üstüne yıkılması kentsel adalete aykırı bir durum. Bu noktada bu zorunlu gönüllülüğü kıracak bir Robin Hood modeli gerekiyor. Belki bir vergilendirme olabilir.
Üstelik, sokak hayvanlarına bakanlar bu işten o ya da bu gerekçeyle hoşnut olmayan bir apartman yöneticisinin, bir komşunun, bir güvenlik görevlisinin, bir kapıcının psikolojik baskısıyla, tepkisiyle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Destek olan çok, ama köstek olanlar da var. Çelişkili bir biçimde, onların yerine, gerçekte onların da yapması gereken bir işi üstlenmiş kişilerin iyice tepesine biniyorlar. Bir tür sömürü… Kısacası, sokak hayvanları sorunu, dönemin esnek çalışma düzeninin süslü laflarıyla bireylerin üstüne yıkılamaz; toplumun her kesiminin kendi olanaklarına göre katılması ve kamunun da içinde yer alması gereken bir zorunluluktur.